-----

   
 
  Allah'a adanmış gençlikler


Örnekleri Yaşama Aktarmak

 
Bizleri İslam ile şereflendiren Allah’a hamd olsun. Salat ve selam, bu dini en güzel şekilde açıklayan mü’minlere usve-i hasene olan Rasûle, ashabına, al-i beytine, örnekliğe hakkıyla tabi olanların üzerine olsun.
Başarıya ulaşmanın yolu, başarıya ulaşmış insanları taklit etmekten geçer… Bu insanlığın kollektif akıl, tarihi tecrübeyle vardıkları bir hakikattir. Kendinden önce var olan tüm hayırları kendinde toplayan ve kemale erdiren İslam da bu hakikate işaret etmiştir. İslam’ın en açık ve dikkat çekilen kavramlarından biri ‘İttib’a’ kavramıdır. En açık ve bariz yasaklarından biri de ‘İbtida’ kavramıdır. Toplumlar dünya ve ahiret saadetini, İslam’ın model olarak ortaya koyduklarına tabi olarak elde edecek, iki dünyanın hüsranı ise, bu modelleri bırakıp yeni modeller üretmek ve onlara tabi olmakla ‘bid’at’ ortaya çıkacaktır.
“Muhakkak sizin için Allah Rasûlü’nde güzel örneklik vardır.” (33/Ahzap, 21)
“İslamı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ve onlara ihsan üzere tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş, onlarda Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (9/Tevbe, 100)
İki ayette gayet açıktır. Ahiret yurduna Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasına ve altından ırmaklar akan cennetlere tabi olanların yolu çizilmiştir. Onlar Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem ve ona arkadaşlık eden sahabeyi örnek alacak ve onlara ihsan üzere tabi olacaklardır. Hatta bu o kadar önemli bir meseledir ki amellerin kabul şartıdır. Bir insan yaptığı amellerin kabul olmasını istiyorsa önce niyetini islah edecek sonra amelini, model ve usve-i hasene olana benzetecektir. Aksi halde yaptıkları salih amel değil, ateşe yaslanacak yorgunluk olarak isimlendirilir.
“Kimin yaptığı amel bizim yaptığımız üzere değilse o merduttur (red edilmiş, kabul edilmemiştir).” (Buhari)
hadisi bu hakikati anlatır. Bugün herkes çözüm arayışındadır. Oysa bu arayış başlangıç itibari ile anlamsızdır. Çünkü çözüm Alemlerin Rabbi olan Allah subhanehu ve teâlâ tarafından konmuştur ve hiçbir kapalılık söz konusu değildir. Bir toplumun ihya ve inşası, ancak belli bir yol izleyip, ihya ve inşa olmuşlara tabi olmaktan geçer. Bu arayışın temeli ‘Neyi örnek almalı?’, ‘Hangi metodla ihya olmalıyız?’ şeklinde olmamalıdır. Çünkü bu söz götürmeyecek kadar açıktır. Asıl sorun; ‘Acaba bu örnekliği günlük hayatımıza nasıl aktarmalıyız?’ şeklinde olmalıdır.   Aynı ayetleri okuyan, aynı hadislere muhatap olan iki topluluk, yer ile gök, siyah ile beyaz arasındaki fark gibi farklı neticeler!!
Ortaya çıkan bu sonuç farklılığı insanları yeni arayışlara sevk etmiştir. Oysa kaynak arayışı ve model üretimi bir kenara bırakılıp, ‘Acaba doğru taklit edebiliyor muyuz?’ sorusu sorulsa, problem ortadan kalkacaktır.
Bu konuda hiç şüphemiz olmamalıdır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ ortaya koyduğu model en hayırlı olandır. Ancak mühim olan, o modele insanların, doğru şekilde uymasıdır. Bu problem İslam’ın ilk yıllarında zuhur etti. İnsanlar Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının model olduğunu kabul ediyorlardı, ancak bu modeli yaşadıkları hayata, olması gerektiği gibi aktaramayınca farklı sonuçlar elde ediyorlardı.
Bunu fark eden sahabeler insanları uyardılar. Bunun neticesini görebildikleri için bazen sertleştiler. Tabiine öyle sert ifadeler kullandılar ki, sonradan gelen alimler ‘Acaba bizim dönemimizi görselerdi, nasıl teki gösterirlerdi?’ demek durumda kaldı.
Huzeyfe radıyallahu anh:
“Muhammed’in ashabının yapmadığı amellerle ibadet etmeyin, Allah’tan korkun, çünkü önden gelen geriden gelene söz bırakmamıştır.”
diyordu.
İbni Mesud radıyallahu anh:
‘Birinin yoluna uyacaksanız, ölenlerin yoluna uyunuz. Onlar ashabıdır. Bu ümmetin en hayırlıları, kalpleri en iyi ve ilimleri en derin olanlardır. Allah onları, Rasûlü’nün arkadaşlığı, dinin size nakledilmesi için seçti. Onların ahlak ve yollarını uyun, çünkü onlar dosdoğru yol üzereydiler.’
diyordu.
İmam Malik rahimehullah:
‘Bu ümmetin sonu ancak başının ıslah olduğu şeyle ıslah olur. O gün din olmayan bugünde din değildir.’
diyordu.
Bize düşen, kaynaklar üzerinde laf kalabalığı yapmak değildir. Çünkü ma’lumun i’lamıdır. Asıl vazifemiz o modelleri ihya etmek ve onlar gibi yaşanabileceğini göstermektir. İnsanlığı bunalımdan kurtaracak yol da budur. ‘Örnekleri güncellemek’ ve hayatın içinde yaşanılırlığını ortaya koymaktır.
Bugün en zorlu ve önemli vazife, birilerinin insanlığa pratik ve hal diliyle problemin aslını göstermesidir. Mesele modelin ne olduğu değildir, mesele modelin güncellenmesi yani yaşanılan hayata uyarlanmasıdır. Bu meseleyi bazı misallerle aydınlatmak daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Bugün Müslüman bir bayan Hatice radıyallahu anha annemizin hayatını öğreniyor. Bu bacımızın Hatice radıyallahu anha annemizi örnek alması için, uzlete çekilmiş, korkarak eve gelen ve ‘Beni örtün’ diye titreyen bir kocaya, onun da ‘Hayır, vallahi’ diye başlayan bir cümle kurmasına gerek yoktur. Hatice radıyallahu anha annemizi örnek almak için bu olayların yaşanmasını beklemek, onu sözde model kabul edip, özde yüz çevirmektir.
Bugün bir kadının eşine ‘Allah seninle olsun, hiçbir şeye ihtiyacımız yok, sen bizi düşünme, Müslümanlar içinde sana ne düşüyorsa onu yap. Ben bu evin bekçisi olur geride kalanları muhafaza ederim.’ demesi, Hatice radıyallahu anha modelini ihya etmektir.
Eşinden sürekli isteklerde bulunup, onu dünyaya sevk eden, korku ve endişeler üretip, onu İslamî çalışmalardan alıkoyan bir kadın, Hatice radıyallahu anha annemizi gözleri yaşlı dinlese de, bu ona fayda vermeyecek, bilakis vebal olacaktır.
Eğer bir bacımızı cennet saadetini istiyorsa yol bellidir. Rıza-ı ilahi ve cennet, bu öncülere tabi olmakla elde edilebilir. Onları model olarak ihya etmeli, yaşadığı hayata uyarlamalıdır.
Bir genç kardeşimiz Mus’ab’ın radıyallahu anh hayatını öğrenince duygulanabilir veya Usame bin. Zeyd’in radıyallahu anh henüz 18 yaşında sahabeye komutan seçilmesi onu heyecandırabilir. İbni Abbas radıyallahu anh ve İbni Ömer radıyallahu anh daha çocuk denecek yaşta fakihleşmeleri ve büyük sahabelerin onlara soru sormaları ilim aşkı uyandırabilir.
Bu duygular olması gereken duygulardır, ancak hayata uyarlanıp, güncellenmeden hiçbir anlam ifade etmez. Günümüzdekilerin bu örnekleri bilmemesi, -ancak Allah’ın rahmet ettikleri müstesna- böyle gençlerin azlığı, bundandır.
Bir gencin Mus’ab olması için zengin bir anne, dolaplar dolusu elbise, Medine’ye görevli yollanmaya ihtiyacı yoktur. Bir genç; evlilik ve iş hayallerini bir kenara bırakıp, Allah’a subhanehu ve teâlâ dönmekle çağın Muas’ab’ıdır. Emir sahiplerinin önünde diz çöken ve ‘Allah yolunda her işe hazırım.’ diyebilmesi, onu Mus’ablaştırır. Diliyle ve amelleriyle olgunluğu, hayata dair değil cennete dair program ve hayallerinin olması, onu Allah’ın subhanehu ve teâlâ razı olduğu gençlerden kılacaktır.
Tüm hayatı evlilik ve iş üzerinden okuyan, gereksiz meselelerle kalbini ve zihnini meşgul eden bir gencin dünyasında ‘Mus’ab’ beş harfli bir kelime olmaktan öteye geçmez. Bugün evini, barkını, aile ve eğitimini, herşeyini terk edip ‘İslam için yaşamaya hazırım.’ diyen her genç Mus’ab’tır.
Veya taşkınlıktan uzak, edebiyle göz dolduran, hep hayır meclislerinde bulunan, konuşmayı değil susup öğrenmeyi şiar edinen her genç bir Usame, İbni Ömer, İbni Abbas’tır. Onları model almak ancak onların ahlakını günümüze taşımakla mümkün olur.
Bulunduğu her ortamda gülen, konuşmak için konuşan, insanları güldürme hafifliğini meziyet sanan, hayatı ve dostluğu espri ve şaka üzerinden okuyan bir gencin, bu isimlerle adı dahi aynı cümlede geçemez.
Çalışan bir kardeşimiz infak noktasında Osman radıyallahu anh, Ebu Dahdah’ı radıyallahu anh öğrenebilir. Ancak bunları hayata taşımadan, onları örnek almış alamaz.
“Kim Allah’a güzel bir borç verirse, ona kat kat fazlasını verir.” (2/Bakara, 235)
Bu ayet inince Ebu Dahdah radıyallahu anh Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem geldi: ‘Allah bizden borç mu istiyor? Ey Allah’ın Rasûl’ü’ dedi, ‘Evet’ cevabını işitince, ‘Ver elini, bahçemi Allah’a borç olarak verdim.’ diyerek, içinde 600 ağaç olan bahçeyi infak etti.
Osman radıyallahu anh sahabenin zenginlerindendi. Ne zaman zorluk olsa malıyla Müslümanların sıkıntısını gideriyordu. Zorluk ordusunu (Tebuk savaşı) malıyla donatmış, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem onu radıyallahu anh cennetle müjdelemişti.
Ebu Bekir radıyallahu anh döneminde kıtlık olmuş, insanlar şikayette bulunmuştu. Osman radıyallahu anh bin develik kervanla ticaretten dönmüştü. Tüccarlar kapısına yığıldı, ne kadar fiyat teklif edildiyse ‘Daha fazlasını veren var.’ diyerek karşı çıktı. Tüccarlardan biri ‘Medine de bizden başka tüccar yok, kimdir bu daha fazlasını veren?’ diye sorunca, ‘Allah’ diye cevap verdi ve ‘Allah her dirheme karşı on dirhem veriyor, var mı fazlasını veren?’ dedi.
Evet, bunlar gibi onlarca örnek verilebilir. Altıyüz hurma ağacı demek, önünde altıyüz değerli beyaz eşya olan bir mağaza demektir. Bin yüklü deve, günümüz şartlarında malzeme yüklü bin araba demektir.
Bir Müslüman tüccarın ağaçlı bahçesi veya yüklü devesi olması gerekmez. Bugün ceplerimize, hayallerimize ve yarınlarımıza adeta yapışık olan araba, ev ve işyeri anahtarlarını Allah subhanehu ve teâlâ için masaya bırakanlar, bu örnekleri ihya etmiş olurlar. Bunları bilmek, lafla anlatmak, gözyaşıyla süslemek ise duyguları tatmin eder.
Bunlar infak konusunda örneklerimizdir. Bunları model olarak alıp uygulayacak insanlara ne de çok ihtiyaç vardır. Dün bir cephede savaş vardı, o orduyu donatanlar cennetle mükafatlanmıştı. Bugün dünyanın her yerinde her cephede savaş var. İslam ümmeti yaralarını saracak imkanlardan dahi yoksundur. Acaba bu mücadeleye evini, arabasını, kıymette vebal olacak dünya ziynetlerini verenlerin mükafatı ne olur?
Bu örnekleri çoğaltabiliriz, her alanda yüzlerce örnek vardır. Ancak mesele bunların güncellenmesi ve yaşanılan hayata aktarılmasıdır. İşte o zaman çözüm aramaya gerek kalmayacaktır. İslam tarihini istismar eden, örneklerle gönül eğlendiren münafıkların gerçek yüzü meydana çıkacaktır.
Yaşadığımız şu günler ne de acıdır!! İslam davasına hiçbir katkısı olmadığı gibi, dünyada kendi mal ve mülklerine katkı yapanların, ‘İslam için sıkıntı çekmek’ denildiğinde, klimasız ortamda ders yapmalarını anlata anlata bitiremeyenlerin, Bilalleri radıyallahu anh, Ammarları radıyallahu anh, Habbabları radıyallahu anh anlatıp, insanları aldatmaları hangi ölçüyle izah edilebilir.
İslam adına dikili tek bir ağacı olmayanların, izledikleri film ve dizi senaryolarını, çözüm diye gençlerin önüne koyan, sahabeden örneklerle cümlesini tamamlayanlarını hangi su temizler.
Bu nasıl bir varisliktir? Bu hayatlar her çağda yaşansın diye vardır… Bu çekilenler nesillerin ihya ve inşası içindir. Bu örneklerin kişisel çıkarları ve hasta kalplerini tatmin için kullananlar, bu yağmacılığın hesabını nasıl vereceklerdir?
Bu öyle bir hastalıktır ki iliklerimize kadar işlemiştir. Asıl sorun kimsenin bu hastalığın farkında olmaması veya vurdumduymaz davranmasıdır.
Sözlü olarak anlatılıp, kitaplara işlenince örnek alındığı, onların yolunda olunduğu zannı, sorunu iyice içinde çıkılmaz hale getiriyor.
Yenilerden ve eskilerden yaşanmış iki örnek vermek istiyorum:
Bir kardeşimiz şöyle bir olay aktarmıştı: Şirkin ve fıskın asıl oduğu insanların Allah’a subhanehu ve teâlâ dahi hakaret edebildiği, halkı azgın bir belde de her fırsatta davet yapan, insanlara Allah’ı ve ahireti hatırlatan bir genç varmış. Bazen ferdi davet yapıyor bazen bir pazar tahtasına çıkıp insanları uyarıyormuş.
Ortamda bulunanlar bu takdir edilecek insanı, bir deliyi dinliyormuş gibi alaylı bir yüz ifadesiyle dinledi. Oysa aynı insanlar Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem, İbni Mesud’u radıyallahu anh vb. sahabeleri Kâbe yanında ve panayırlarda aynı üslupla yaptıkları davetten ötürü örnek olarak anlatıyorlar.
İki kelimesinden biri Seyyid Kutub olan İslamî hareket ve arayışları, onun yaşam ve menhec ölçüsüyle değerlendiren nice insan vardır. Ancak bu insanların polis ve mahkeme nezdinde tutumları, izzet ve şerefi, heyecan, zillet ve alçaklığı akıl olarak anlattıklarını görünce insanın ‘Allah’tan geldik tekrar O’na döneceğiz.’ diyesi geliyor.
Örnek konusunda kaynağı doğru tespit, gündemleştirme ve bilgi yetmiyor. Vakıa bunun en hayırlı şahididir. İlk nesli gözyaşları ve edebî cümlelerle anlatanların, günümüz için benzer yaşamlara kahkahalar ve alaylı cümlelerle küçümsemesi bunun kanıtıdır.
Güneş doğunca, gecenin karanlığına gizlenen çirkinlikler açığa çıkar. İslamı kullanan, Müslümanların duygularını istismar eden münafıkların gerçek yüzü, bu örneklerin güncellenmesi ve hayatımızda karşılıklarının bulunmasıyla anlaşılacaktır.
Allah’ı subhanehu ve teâlâ ve ahiret gününü uman her Müslüman bu konuda hassas olmalıdır. Bilmekle yetinmemeli, hayatın içinde yer vererek ihya etmelidir.
Bütün selefin korktuğu ve Allah’a subhanehu ve teâlâ sığındığı ‘Nifak’ bundan başkası değildir. İnanılması gerektiği gibi inanmamak, yaşanması gerektiği gibi yaşamamak, amellerin insanın söz ve bilgisini yalanlaması…
Allah subhanehu ve teâlâ bizleri varis olduğumuz davanın muhlis ve muhsin fertlerinden kılsın. Şeytanın vesveselerinden, nefsin marazından muhafaza eylesin.
Selam ve dua ile Ebu Hanzala...
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Allah’a Adanmış Gençlikler - 1

 
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam O’nun Nebisine, pak aline, ashabına ve etbaının üzerine olsun.
İnsana hayat veren Allah’ın subhanehu ve teâlâ insan üzerinde nimetleri sayılmayacak kadar çoktur. Bunların başında iman nimeti gelir... Ve her nimet gibi, Allah subhanehu ve teâlâ bu nimetin şükrünü istiyor.
İman; onunla amel, insanları ona davet ve onun için mücadele edilmek suretiyle şükrü eda edilecek nimetlerdendir. İman nimetinin şükrü için en uygun dönem gençlik dönemidir. Bu büyük nimetin şükrü için mezkur unsurlar gençlik döneminde hakkıyla yerine getirelebilinir. İhtiyaç duyulan canlılık, hareket kabiliyeti, heyecan bu dönemin başlıca özelliklerindendir.
Allah subhanehu ve teâlâ gençlik döneminin kuvvet dönemi olduğuna dikkat çekmiştir.
“...Rahimlerde dilediğimizi belli bir zamana kadar durduruyoruz, sonra sizi çocuk olarak çıkarıyoruz. Sonra en güçlü ve olgun çağınıza varmanız için bunu yapıyoruz. Sonra kiminiz ölür, kiminiz ömrün kötü dönemine (yaşlılık) döndürülür...” (22/Hac, 5)
“Allah sizi önce bir zayıflıktan yaratan, sonra zayıflığın ardından kuvvet (gençlik), sonra kuvvetin ardından zayıflık ve ihtiyarlık kılandır. Dilediğini aratır. O çok iyi bilendir, gücü yetendir.” (52/Rum, 54)
İmanın gerekleriyle amel ve İslam’a hizmet için gerekli olan kuvvetin gençlik döneminde olduğu ayetin nassıyla sabittir.
İbni Mes’ud radıyallahu anh Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem şöyle rivayet eder:
“Kul kıyamet gününde beş şeyin hesabını vermeden ayağı yerinden oynamaz;
• Ömrünü nerede harcadığı
• Gençliğini nerede eskittiği
• Malını nereden kazandığı
• Malını nerede harcadığı
• Bildikleriyle ne kadar amel ettiği.” (Tirmizi)
Hadiste zikredilen birinci ve ikinci maddeye dikkat edelim. Önce ömrün nasıl geçirildiği genel olarak soruluyor, sonra ömrün içinden bir parça olan gençlik... Bu gençliğin, ömür nimeti içinde insana verilmiş ayrıcalıklı bir nimet oluşundandır.
İslam tarihi bu hakikatin en yalın şahidi olmuştur. Ne zaman ümmet fedakârlık ve hizmete ihtiyaç duysa, davayı gençler omuzlamış, Allah’ın subhanehu ve teâlâ onlara bahşettiği gençlik ve kuvvetin hakkını vermişlerdir.

Günümüz düne oranla hizmet ve fedakarlığa daha fazla muhtaçtır. İnsanlık tarihi boyunca, İslam ve Müslümanlar bugün yaşadıkları sıkıntıları yaşamadılar. İslam’ın her yönden hedef olduğu, mukaddesatın ayaklar altına alınıp çiğnendiği daha şerli bir dönem yaşanmadı... Sıkıntılı dönemlerde bir şey yapmasa da bu din için ağlayanlar vardı... Bugün ‘ağlayanı olmayan bir din’ ve ‘ağlanacak haline gülen’ dindarlar var(!)...
İnsanlık İslam’a şirk, Rasûllerin hikmetine bidat karıştırdığı her dönemde perişanlık yaşadı. Huzur ve emniyeti yitirdi. Adalet yerini zulme, sadakat yerini yalana terk etti. Müstekbirler dinlerini değiştiren halkları mustazaflaştırdılar. Münkere karşı çıkmak için ellerindeki din gücüne nankörlük edenler zilletin ve zayıflığın her türlüsünü tattılar...

Ve her diriliş bu işe gönül vermiş gençlerin eliyle gerçekleşti. Her Rasûl’e, onlar havarilik ve ashablık ettiği gibi, her müceddit ve hareket adamına onlar yaren oldular... Hangi ümmet tarihe hayırlı bir şehadette bulunmuşsa, mutlaka orada Rabbine iman etmiş bir genç topluluğu bulunmuştur.
Ümmetin içinde olduğu bu ölü hal, tekrar dirilmeyle son bulacaktır. Bu Allah’ın ve Rasûlü’nün mutlak vaadidir... Garipler, Rabbleri tarafından desteklenenler ‘Taifetu’l-Mansura’ mutlaka olacak ve Rasûllerinden miras aldıkları sancağı dalgalandıracaklardır. Buna en layık ve müsait olanlar gençlerimizdir.
Esefle belirtmek istiyorum ki –Rabbimin rahmet ettikleri müstesna- gençler bu bilinçten uzaktırlar. Ümmetin dirilişi onlardan bekleniyorken, onların isimleri SORUN kelimesiyle özdeşleşmiştir. Ailede, eğitim kurumlarında, çalışma hayatında İslami harekette, genç denildiğinde sorunların ardı sıra sayılması, adetten olmuştur.
Birbiriyle didişen, ergenlik bunalımını atlatamayan, ne istediğini bilmeyen, anlaşılmadığını iddia eden, hiçbir yerde dikiş tutturamayan gençler...
Sürekli başında beklenmesi gereken, kendi haline bırakılınca hiçbir noktada irade gösteremeyen gençler...
Oysa; ne Allah subhanehu ve teâlâ gençliği bu sayılanlar için bahşetmiş ne de ümmetin duymak istediği bunlardır. Bu yazı gençlere yazılmıştır. Hem geçmişte olan akranlarını onlara hatırlatmak hem de o gençlerin nelere dikkat ederek o seviyeye ulaştıklarını anlatmak için...
Rabbimden temennim gençlere anlayış, kalemime kuvvet vermesidir. Genç kardeşim bilsin ki, onun ihyası ümmetin ihyasıdır. Bu hep böyle ola geldi, bundan sonra da böyle olacaktır. Okuyacağımız her örnek şahsiyet, olağanüstü varlık değil bizim gibi insandır. Gençliğin menfi tüm özellikleri ile maluldür. Lakin Rabblerin olan tevekkülleri ve menhece bağlılıklarıyla gençliğin olumsuz yönlerini terbiye etmiş, hatta hayra çevirmişlerdir... İçlerinden her biri gençliğin hırçınlık ve delikanlılığını, davada atılganlık ve fedakarlığa; merakını, ilme; güç ve kuvvetini, hizmete çevirmişlerdir. Bugünün gençliğinini dünün gençliğinden hiçbir farkı yoktu bu anlamda. Onların cehd ve gayretlerini misli ile mükâfatlandıran Allah subhanehu ve teâlâ bugünün gençlerine de lütufta bulunacaktır. Yeter ki O’na subhanehu ve teâlâ dayanıp, izlenmesi gereken menheci izlesinler..

Küfrün Karşısında Ümmet Gibi Duran Gençler
“Sonra da iki guruptan (Ashâb-ı Kehf ile hasımlarından) hangisinin kaldıkları müddeti daha iyi hesap edeceğini görelim diye onları uyandırdık. Biz sana onların başından geçenleri gerçek olarak anlatıyoruz. Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık.” (18/Kehf, 13-14)
İsa’nın aleyhisselam getirdiği tevhid unutulmuş, insanlar şirk bataklığına saplanmıştı. Bu dönemde ayağa kalkıp insanlara hakkı haykıranlar “Rablerine iman etmiş bir grup GENÇ”ten başkası değildi.
Bu gençler her nesle örnek olacak bir mücadele verdiklerinden, kıssaları Kur'an’a konu oldu. Bu ne büyük şereftir ki, Allah subhanehu ve teâlâ her neslin kalbini sabit kılmak için gençleri en şerefli kitaba konu etmiştir.
“Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (11/Hud, 120)
“Burçlara sahip gökyüzüne, geleceği bildirilmiş olan güne, (O günde) tanıklık edene ve edilene and olsun ki, kahroldu o hendeğin sahipleri,
o çıralı ateşin 
onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar,
müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı.
Onlardan, sırf, aziz ve Hamid olan Allah'a iman ettikleri için intikam aldılar.
O Allah ki, göklerin ve yerin mülkü kendisine aittir, ve Allah her şeye şahittir. şüphesiz inanmış erkeklerle inanmış kadınlara işkence edip sonra tevbe de etmeyenlere cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır. İman edip sâlih ameller işleyenlere ise, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (85/Buruc, 1-11)
Adına sure inen bir kıssa daha ve bu kıssasının yaşanmasına sebep olan genç bir çocuk...
Alemlerin Rabbi olan Allah’ın subhanehu ve teâlâ birliğini göstermek için çekinmeden hayatını ortaya koyan bir genç. Defaeten ölümden dönmesine rağmen yılmayan ve davasında sebat eden tek başına bir ümmet... Yakılmak pahasına imanından dönmeyen ve adları Kur'an’da zikredilen bir topluluğun hidayetine vesile olmuş bir yiğit...
MÜSLÜMDEKİ RİVAYET GÜZEL BİR TERCÜMEYLE BURAYA ALINABİLİR
Her genç kardeşimizin kendi hayatına bakması lazımdır. Şirkin her yönden insanları kuşattığı, zulmün ve tuğyanın insanları, özellikle İslam ehlini ezip geçtiği şu günlerde gençlerimiz ne ile meşguldür. Onun yaşında, belki çocuk yaşlarda gençler hayatlarını ortaya koydular. Güzel bir mücadele, şerefli bir ölüm, imanlarının ve mücadelelerin Allah’ın subhanehu ve teâlâ rızasına nail olduğuna dair Kur'ani şehadet...
İşte böyle! Sen neredesin genç kardeşim, adını sorunla özdeşleştirip, insanları bunaltmak da, bir nesli ihya edip, onlarca nesile örnek olmak da senin elindedir. Senin kendini nerede gördüğün ve ne yapmaya karar verdiğindir mesele! Tarih onları örnek alıp, onlar gibi yaşayanları hiç unutmadı. Belki haklarında Kur'an aytei inmedi, ancak adil olan Rabb-i zu’l-Celal onların adını muhafaza ettiği gibi, onların adını örnek alanları da aynı şekilde muhafaza etti. Bu ümmet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem etrafında kenetlenen Mus’abları, Bilal, Ammar, Ali ve Zubeyrleri radıyallahu anhum unutmadı... Onları hayırla takip eden ve hakkın açığa çıkması için gençliklerini ortaya koyan Hüseyin bin. Ali’leri, Ömer bin Abdülaziz ve Selahaddin Eyyubileri de unutmadı...

Dava Kahramanı Gençler!
Gençlik dönemi kanın dikine aktığı, gözlerin pek olduğu bir dönemdir. Gençlik heyecanı ve kuvvetini ifade etmek için ‘deli cesareti’ tabiri kullanılır.
Ali radıyallahu anh 9 yaşında İslam’la şereflendi. 9-19 yaş arası Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem en mahrem işlerini görmüştü. Öyle ki Mekke’ye gelenleri karşılıyor, gizli bir şekilde Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem ulaştırıyordu. Daha yirmili yaşlarında tek başına, ümmet olmayı hak edecek işler yapmıştı.
Müşrikler Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem öldürmeye karar vermiş, hazırlıklarını tamamlıyordu. Allah, Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hicret etmesini emretmişti. Müşrikler daru’n-Nedve de toplanmıştı. Şeytan Necd’li bir yaşlı suretinde toplantılarına katılmıştı. Şu karara vardılar: Her kabileden bir genç seçilecek, Allah Rasûlü’nü hep beraber öldürecekler. Böylece ondan sallallahu aleyhi ve sellem kurtulmuş olacaklar, akrabaları intikam da alamayacaktı. Her kabileden biri olduğu için, her kabileyle kan davası güdemezlerdi, geriye diyete razı olmak kalıyordu.
Cibril aleyhisselam bu toplantıyı Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem haber verip onu uyarmıştı. “Bu gece kendi yatağında uyuma ve yola çık.” talimatını almıştı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Ali’ye radıyallahu anh “Yerimde uyu, sana zarar veremezler.” demiş ve ayrılmıştı. Ali radıyallahu anh kapıda suikast için bekleyen bir grubun varlığında bu emri kabul etmiş, tereddütsüz onun sallallahu aleyhi ve sellem yatağına uzanmıştı...
Öldürülmese dahi, sonu tarifsiz işkencelerle sonuçlanacak bir itaatti onunkisi.
Bir başkası Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh, Mekke’nin en zengin ve yakışıklı genci İslam’la tanıştığında henüz 15 yaşında bile değildi, türlü işkenceler gördü, elindeki tüm dünyalıkları kaybetti. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem emriyle Habeşistan’a hicret eden kafileye katıldı. Bu teslimiyeti ve fedakarlığı ona İslam’ın en zorlu ve şerefli görevlerinden birini nasip etti. Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem elçisi olarak Medine’ye hicret etti. Tek başına, henüz on sekiz yaşında... İslam’ın Medine’sinin temellerini attı. Gittiği yer hiç bilmediği, sonucun belli olmadığı bir şehirdi. İlk etapta hoş karşılanmamış, kabile reisleri onun gelişinden rahatsız olmuştu. Ancak göreve bağlılığı, işinin hakkını vermesi ve sebatıyla gönülleri fethetmişti.
Bugün bu yaşlarda olan hiçbir gencin yaratılış, yetenek, istek ve heves bakımından onlardan farkı yoktur. Hakikat gençlerin durduğu noktadır. Ali, Mus’ab ve diğerleri.. Kendilerine ait bir hayatları yoktur. Onların hayatı İslami davanın bizzat kendisidir, vücudun sadık azalarıdırlar. Baş nereye çekse o yöne hareket eden uzuv olmuş ve henüz yirmiye ulaşmadan tarih yazmışlar...
Gençlerimizin en büyük şikayeti kendilerine güvenilmiyor oluşu, görev verilmeden beklenti içerisine girildiğidir. Ancak gençlerin şu noktada kendilerini sorgulaması elzemdir. Mus’ab ve Ali radıyallahu anhum gibi bir duruş sergiledik mi? Hayatın hiçbir alanında göze batmayan, ancak hizmet ve fedakarlık esnasında öne çıkan insanlardan olabildik mi? Bize bakan yöneticilerimizin gözlerini doldurabildik mi? En tehlikeli ve sonucu belirsiz görevlerde ‘evet’ diyebilecek bir izlenim bıraktık mı?
Bir günlük yaşantımıza bakmak bu sorulara doğru cevap verebilmemiz için yeterlidir ve bilmeliyiz ki her insan duruşu ve bıraktığı izlenimle mü'minlerin kalbinde yer eder. Görev ve ciddiyet, adanmışlığın getirisidir. Bunun için lakaytlıktan uzak, edebiyle göz dolduran, yaptıklarıyla yapabileceği işlere teminat veren gençlere ihtiyaç vardır İslam sadece bir nesilden Aliler, Mus’ablar çıkarmak için değil, her nesli ihya için vardır.

Derdiyle Değerlenen Gençler!
Abdurrahman b. Avf radıyallahu anh: ‘Bedir gününde safta duruyordum. Sağıma ve soluma baktım ensardan yaşı küçük iki gencin arasında olduğumu gördüm. Ben onlardan daha güçlü iki adamın arasında durmayı temenni ediyordum. Biri bana sessizce ‘Ey Amca! Ebu Cehil’i tanıyor musun?’ dedi. Ben ‘Evet, tanıyorum, senin Ebu Cehil’le ne işin var?’ diye sordum. ‘Duydum ki Allah Rasûlü’ne sövüp, eziyet ediyormuş. Allah’a söz verdim ya onu öldüreceğim ya da ben öleceğim.’ Sonra diğer yanımdaki gizlice aynı şeyi sordu. Vallahi onlar gibi iki adamın arasında bulunmak beni sevindirmişti. Onlara Ebu Cehil’i göstermemle ona saldırmaları ve onu kılıç darbeleriyle öldürmeleri bir oldu. İki kartal gibi saldırıp, onu öldürdüler.’ (Buhari, Müslim)
Urve radıyallahu anh şöyle nakletti: Zubeyr bin. Avam, sekiz yaşında Müslüman oldu. Şeytan, Rasûlullah’ın Mekke’nin üst tarafında alıkonduğunu yaymıştı. Zubeyr bunu duyunca kılıcını alıp oraya koştu. O sırada on iki yaşındaydı, onu o halde görenler şaşırıyor, ‘çocuğun kılıcı var’ diyorlardı. Ta ki Rasûlullah’a ulaştı. Allah Rasûlü, ona durumunu sordu, ‘Kılıcımla seni alıkoyanı vurmaya geldim.’ dedi. Allah Rasûlü ona ve kılıcına dua etti. (Siyer A’lem Nubela)
Henüz genç yaşında bu dertle dertlenen gençler, buluğdan sonra “Her Nebi’nin havarisi vardır, benim havarim de Zubeyr’dir” övgüsüne layık görüldüler.
İnsanı değerli kılan, dert ettiği şeyler ve hedefleridir. Gençliğini Allah’a subhanehu ve teâlâ adayıp, ahiret gençliğine talip olan her birimizin şu soruyu sorması şarttır:
‘Benim derdim nedir? Uykularımı kaçıran, tüm benliğimi meşgul eden derdim nedir?’
Bu soruya vereceğimiz cevap hayrın başlangıcı olabilir. İnsanlar dert ettikleri şeylerle hayatlarına değer katarlar. Yoksa derdimiz güzel bir bilgisayar, iyi bir telefon, bir elbise takımı ya da mevsime uygun ayakkabı mı? Allah’ın subhanehu ve teâlâ bahşettiği kuvvet ve heyecanı bu süfli duygularla öldürmeye, değersizleştirmeye değer mi?
Her yerde Allah Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hakaret ediliyor, ondan kalan ne varsa dalga geçiliyor, ona ait tüm değerler aşağılanıyor!!! Senin kinin kime? Düşmanlığın hangi yönde? Kalbin kimlere buğz ile dolu?
Aynı safları paylaştığın, aynı menbaıdan beslendiğin kardeşlerine mi? O bana şunu dedi, falan şöyle baktı, diğeri bana şaka yaptı, bir öbürü hastaydım ziyaret etmedi, selam vermiştim selamımı almadı...
Dertlerin bunlarsa, vay haline! Gençlik ellerinden gitmeden, derdini Rabbini razı edecek duruma getir. Unutma insanın amelleri dert ettiklerine paraleldir. Değersiz şeyleri dert edinenler, değersiz bir ömür yaşar, değersiz işlerde harcanır, değersiz bir ölümle ölür, Allah subhanehu ve teâlâ katında değersizlerle haşrolunurlar... Allah’ı subhanehu ve teâlâ, O’nun rızasını, davasını dert edinenler değerlenir, değerli bir yaşamla şereflenir, değerli bir ölümle Rabblerine kavuşur. Ve ‘Nebiler, sıddıklar, şehitleri, salihlerle beraber’ olurlar. Ne güzel refiktir onlar.

Alim ve Müçtehit Gençler!
İbni Abbas radıyallahu anh; Ümmetin mürekkebi, alimi, Kur'an’ın tercümanı...
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde henüz buluğ çağındaydı. Sahabeler sorularını ona soruyor, ihtilaf ettikleri meselelerde son sözü söylemesi için ona başvuruyorlardı. Birçoğu Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem yanında yirmi yıl kalmış, yaşlanmıştı. Ancak fetvayı, bu henüz yirmisine ulaşmamış gençten talep ederlerdi. Kur'an tefsirinde en önemli rivayetlerin başında da yine bu ismi görürüz.
Muaz b. Cebel radıyallahu anh; Allah Rasûlü: “Muaz kıyamet günü alimlerin önünde olacaktır.” (Haki, İbn-u Sa’d)
Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh; ‘Muaz tek başına bir ümmetti.’
Muaz vefat ettiğinde otuz üç yaşındaydı ve Ömer radıyallahu anh döneminde vefat etmişti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde yirmili yaşlarda olan bu genç için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem; “Kur'an’ı dört kişiden okuyun; Abdullah b. Mes’ud, Salim, Ubey b. Ka’b ve Muaz b. Cebel” (Buhari, Müslim)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onun için; “Ümmetimin helal ve haramını en iyi bilen Muaz’dır” diyerek onun ilmine şahitlik etmiştir. Ve şu sözler henüz yirmili yaşlarında bir alim için Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem dudaklarından dökülüyordu:
“Vallahi ben seni seviyorum ey Muaz! Her namazdan sonra şu sözleri söylemeyi bırakma Allah’ım seni zikretmem, şükretmem ve en güzel şekilde ibadet etmem için bana yardım et.”
Zeyd b. Sabit radıyallahu anh: İslam tarihinin en önemli vazifesi ona verildiğinde henüz genç bir delikanlıydı. Ebubekir radıyallahu anh döneminde Kur'an toplama işinden mesul tutulmuştu. Ebubekir radıyallahu anh ona: ‘Sen genç ve akıllı bir adamsın Allah Rasûlü'ne vahiy katipliği yaptın, Kur'an ayetlerini bir araya topla.’ (Buhari)
Osman radıyallahu anh Kur'an’ı tek elde toplayıp çoğaltmak isteyince, bu iş yine bu gence verilmişti. (Buhari)
O vefat ettiği gün İbni Abbas radıyallahu anh şöyle diyordu: ‘İşte ilmin gidişi böyle olur, bugün çok ilim defnedildi.’
Abdullah İbni Ömer ve Enes b. Malik radıyallahu anhum, henüz on yaşlarında Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem meclislerinde bulunmuşlardı. O vefat ettiğinde henüz yirmisinde olan bu gençler hadis rivayet ediyor, insanlara fetva veriyorlardı.
Gençliğin merakını ilme yönlendirmiş ve böylece onlar bu mertebelere ulaşmışlardı. Bu onlara özel bir durum değildi. Gençliğinde boş işlerden yüz çevirip, ilme yönelenler her çağda aynı zirveye ulaşmışlardı.
İmam Şafi rahimehullah insanlara fetva verip, onların meselelerine içtihat ettiğinde yirmisine ulaşmamıştı. (Risale Mukaddimesi, Ahmed Şakir)
İmam Buhari rahimehullah tarihin en önemli kitabını yazdığında (Tarih’ul-Kebir) on sekiz yaşındaydı.
Ahmed b. Hanbel rahimehullah, çocuk yaşta Ebubekir b. Ayyas’ın hadis meclislerine gidiyordu. Evden o kadar erken çıkıyordu ki, annesi ‘insanlar çıkmadan olmaz’ deyip, onu engelliyordu.
Her dönem ve her zaman için geçerli hakikatlerdir bunlar. Gençler meraklarını dine harcayabilecekleri gibi, batıl ve boş şeylere de harcayabilirler. Her genç merakını yönlendirdiği nispette değer kazanacaktır.

Genç Kardeşim!
Daha verilecek çok örnek var. Ancak bilmeni isterim ki, bizim tarihimizle kafirlerin tarihi aynı şeyleri söylemiyor. Onlar gençliği uyuşturucu madde, şehvet, dünyaya düşkünlük, hırçınlık ve benzerleri ile yanyana getirirler. Gençleri tedavi etsin diye psikoloji ilmi özel alan açıp, ergenlik danışmanları yetiştirir. Bizim tarihimiz ise bunları kabul etmez. Onların gençlerde olumsuz dediği ne varsa, tarih onunla başarıya ulaşmış gençlerin kıssalarıyla doludur... Ne zaman fedakarlık, adanmışlık, hizmete ihtiyaç duyulmuşsa gençler en önde yer almıştır. Rasûller havari ve ashabını, mücedditler yarenlerini hep onlardan seçmiştir.
Bu örnekleri gözünün önüne koymalı ve düşünmelisin! Ben neredeyim? İslam tarihinin anlattığı yerde mi? Bugünün felaket tellallarının anlattıkları yerde mi?
İslam tarihini ihya eden gençlerdeki tüm özellikler sende de mevcuttur. Heyecan, güç, cesaret, merak ve atılganlık. Mühim olan bunları nerde kullandığın ve neyi dert edindiğindir.
Sen de merakını hayır ve ilimde kullanıp bir İbni Abbas radıyallahu anh olabilirsin. Ya da merakını dediler-denildi (kil-u kal), dedikodu, çağın hümeze ve lümeze erbabının haberlerine yönlendirebilirsin. Tercih ve tercihine uygun amel sana kalmıştır.
Ya da Ali ve Mus’ab radıyallahu anhum gibi gençliğin atılganlığını hayra kullanabilir, bu çağda onların modeli olabilirsin. Veya atılganlığnı anlayıp-anlamadığın her meseleye dalarak gösterebilir ve bu gayede hezimete uğrayabilir, hayata dair şevkini kırabilirsin.
Sende Zubeyr radıyallahu anh gibi dinini dert edinip, onun için hazırlık yapıp yola koyulabilirsin. Ya da sokak kavgaları, ağız dalaşlarıyla gençliğini geçirebilirsin.
Usame b. Zeyd radıyallahu anh gibi on sekizinde, içinde Ebubekirler, Ömerler, Halid b. Velidler, Aliler olan bir orduya kumandanlık da yapabilirsin; mahalle takımına kaptanlık veya çete de yönetebilirsin. Tercih senin!!!
Hayallerin, dertlerin, olmak istediğin nedir?
Bil ki bu gençliği Allah’a subhanehu ve teâlâ adayıp, onu ebedi gençliğe çevirmek de, onu dünyası ve ahireti hüsranla neticelenen bir hayat eylemekte senin elindedir.
Bunlar her isteyenin, azim ve tevekkülle elde edebileceği örneklerdir. Sen bu örnekleri tefekkür et, bir sonraki yazıda, ‘Nelere dikkat edilirse gençlik Allah’a adanır’ konusunu işleyelim. Rabbim bizleri gençliğin heyecan, güç, cesaret, atılganlık ve hırçınlığını O’nun rızasına yönlendiren yiğitlerden eylesin.
Selam ve dua ile Ebu Hanzala

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 

Allah’a Adanmış Gençlikler - 2

 
Allah’a hamd, Rasûlüne, aline ve ashabına salat ve selam olsun.
Genç Kardeşim
Seninle bir yola koyulduk. Allah subhanehu ve teâlâ nasip ederse ‘Gençlik nasıl Allah’a adanır?’ sorusuna cevap arıyoruz. Israrla belirtmek isterim ki; geçen yazıda örnek verdiğimiz tüm gençler, senin gibi birer insandı. Gençliğin tüm ihtiyaçları onlarda olduğu gibi, onları örnek yapan tüm yetenek ve kabiliyetler de sende mevcuttur. Sen nasıl bazı zamanlar zorlanıyorsan, onlar da zorlanıyordu. Senin şehvetler ve şüphelerle mücadele ettiğin gibi, onlar da mücadele ediyordu. Allah subhanehu ve teâlâ adaleti gereği onlara lutfettiği irade, muhabbet, azim ve yetenekleri sana da ümmet, onlar gibi olmanı senden bekliyor. Çünkü senin ihya olman, ümmetin ihya olması; senin gençliğinin altında ezilmen, bütün bir ümmetin ezilmesidir. Sen nerede olmak istiyorsun? Tüm mesele budur! İsmi sorun kelimesiyle anılan, ümmete yük gibi görülenler arasında mı? Tarihe iz bırakmış ve sorunların çözümünde pay sahibi yiğitlerin arasında mı? Geçen yazıda zikredilen örnekleri bir daha oku! Bir daha! Şayet onlar gibi olmak istiyorsak, onları birer örnek yapan değerleri bilmek zorundayız. Aynı neticeyi elde etmek için, aynı yoldan yürümemiz gerektiği ise izahtan vareste olsa gerek.
1. Rabbini Tanımalı ve O’nun İsimleriyle O’na Kulluk Etmelisin
Örneğimiz olan gençlerin en belirgin özelliği buydu. Onlar Allah’ı subhanehu ve teâlâ hakkıyla tanıyorlardı, O’nun isimlerini ve sıfatlarını hayatın her anında müşahade ediyor, kalplerini bunlarla süslüyorlardı. Allah’a subhanehu ve teâlâ kulluğun en etkili yolu da budur zaten. Her insan Rabbini tanıdığı oranda kulluk yapabilir. O’nu hakkıyla tanımadan, O’nunla nasıl muamele edeceğini nereden bilebilirsin ki? Neye kızar, neden hoşlanır, hangi şekilde istenilmesinden memnun olur, hangi hallerde kulunu geri çevirmez? Bunlar hep O’nu hakkıyla tanımanla alakalıdır.

Asırlar boyu tevhidi mücadeleye örnek gösterilen, adlarına sure inen şu şerefli gençlere bak. Onları örnek kılan şey, Rabblerine olan marifetleriydi. O’nu hakkıyla tanıyınca yerlerinde duramamışlardı. İnsanların böylesine yüce bir ilahı terk edip, batıl, işitmeyen, görmeyen, ona tapanların elinin eseri olan taşlara, ağaçlara ibadetini içlerine sindirememişlerdi. Onlara dair inen ayetlere bakarsan, onları harekete geçiren gerçeğin bu olduğunu göreceksin.
“... Gerçekten bunlar Rabb’lerine iman eden genç yiğitlerdi. Bizde hidayetlerini artırmıştık. Hani onlar ayağa dikilip “Bizim Rabb’imiz göklerin ve yerin Rabb’idir. Biz ondan başkasını ilah diye çağırmayız.....” (18/Kehf, 13-14)
İkinci bir örnek yine adına sure inen, Allah Rasûlu’nün tüm detaylarıyla bize aktardığı ‘GENÇ ve onun ashabı... O tek şifa verenin Allah subhanehu ve teâlâ olduğunu, O’nun dışında ibadet edilenlerin Rab olamayacağını anlatınca, kral tarafından tutuklanmıştı. Öldürülmesi için dağ başına çıkarılmış, paramparça olsun diye aşağı atılmak istenmişti. O şöyle diyordu ‘Allah’ım bunlara karşı dilediğin şekilde bana yet (kafi ol)’. O bu güveni Rabb’inin el-Kafi yani ‘kullarına yeten’ olduğunu bildiğinden hissetmişti. Ve Allah gerçekten zalimlere karşı ona yetmişti. Dağ sallanmış muhafızlar düşüp ölmüştü; gemi alabora olmuş, onu boğmak isteyenler boğulmuştu.
Muaz b. Cebel’e radıyallahu anh bakar mısın? Hani şu on sekizinde Müslüman olan ve Allah Rasûlü’nün “Kıyamet günü alimlerin önünde olacaktır” dediği; ona dua öğretirken “Ben seni seviyorum ey Muaz” diyerek gönlünü aldığı genç... O arkadaşlarıyla karşılaştığında ‘Gel otur bir saat iman edelim’ (Buhari iman kitabı giriş) diyordu. İmandan kastını ise İmam Ahmed’in rivayetinden anlıyoruz ki; ‘Oturur Allah’ı zikreder, O’nu hamd ve tesbih ederdi.’ Rabbini anmayı iman olarak gören bir genç…
Sen ‘Gençliğini Rabbine adamış’ olanların örneklerine bakarsan Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanımanın onların üzerindeki eserlerini çok açık bir şekilde göreceksin. Allah’ı tanımış olmanın en büyük etkisi olan sevgi ve korkunu tüm davranışlarına yansıdığına şahit olacaksın.
Abdullah İbni Ömer’e radıyallahu anh bakar mısın? Şöyle dua ediyordu; ‘Allah’ım beni meleklerini, Rasûllerini, salih kullarını sevenlerden kıl!’
Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh ise; ‘Şayet Allah’ın benim bir günahımı affettiğini bilsem, insanların beni ‘pisliğin oğlu Abdullah’ diye çağırmasını umursamam.’
Abdullah İbni Abbas radıyallahu anh; ‘Korkudan öyle ağlıyordu ki; onu anlatanlar gözlerinin altı torba gibi olmuştu. Ve sonunda gözleri görmez olmuştu.’ diyorlardı.
Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh: ‘O, Allah Rasûlü’ne selam verip yanına girmişti, Allah Rasûlü orada bulunanlara: “Ben Mekke’de Mus’ab gibi zarif, yakışıklı ve rahat içerisinde olan başka bir genç bilmiyorum. Onun bunlardan uzak olmasının tek sebebi Allah ve Rasûl’ünün sevgisidir” ’ demişti. Ne mubarek bir şahitlik!
Genç Kardeşim
Bilmelisin ki Allah’ı sevmek, O’ndan hakkıyla korkmak O’nu tanımanın semeresidir. Tanımadığı bir varlıktan insanın korkması, ona saygı duyması, onu sevmesi ve tercih etmesi nasıl beklenebilir ki? Örneklerimizin gençliğin menfi tüm yönlerinden arınıp, onu Rablerine adamalarının hikmeti bu saygıydı işte... Daha önce de zikrettik.. Sakın onların bunu yaparken zorlanmadığını düşünme. Sakın! Şeytan seni bu konuda kandırmasın. Sana zor gelen her şey, insan olmaları hasebiyle onlara da zordu. Ama kalpleri öyle birinin sevgisi ve korkusuyla doluydu ki tercihlerini hep O’ndan yana kullandılar.
Gençlik dönemi duyguların keskin ve kontrolsüz olduğu bir dönemdir. Önemli olan bu duyguları terbiye etmek ve kontrol altına almak, onları hayra yönlendirmektir. İşte bunun en tesirli yolu Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanımak, kalbin O’nun isim ve sıfatlarıyla donanması, hayattaki her şey de O’nun isimlerinin tecellisini müşahede etmektir. Çünkü Allah’ın subhanehu ve teâlâ bizde yarattığı her türlü fıtri duygu, çift yönlüdür. Ve kimin kontrolüne girerse onun tabiatına uygun bir hayat yaşanır. İnsi ve cinni şeytanların sana yönelik en büyük hedefleri, fitri duygularını, gençlik hevesini kontrol altına almaktır. Senin en büyük hedefin de, Allah’ı subhanehu ve teâlâ hakkıyla tanıyıp, bu duyguları O’nun isim ve sıfatlarının altında şekillenmesini sağlamak olmalıdır. Bu noktayı biraz daha açalım:
İnat
Fitri bir duygudur. Allah subhanehu ve teâlâ her insana yerleştirmiştir ve bu duygu ile insan mücadele eder, baskılara karşı inadıyla direnir. Bir genç, Rabbini ve O’nun kullarını, vaad ettiği güzellikleri tanır ve sürekli kendine hatırlatırsa, nefsine, şeytana ve dünyaya karşı inatçı olur. Nefis, şeytan ve dünya üçlüsü genci, Allah’ın subhanehu ve teâlâ razı olmadığı şeye davet ettiğinde, o Rabbini ve vaad ettiklerini hatırlar, inadıyla mücadele eder. Allah’ın fıtratta yerleştirmiş olduğu inat duygusu, kulluğun bir parçası olur. Rabbinden ve O’nun kullarına vaad ettiklerinden gafil olan biri ise, hayırlı uyarılara karşı inatçı olur. İnsanlar ona Rabbini, O’nun hayrını hatırlattıkça daha fazla inat eder. Kardeşlerinin onun selameti için söylediklerini, o özgürlüğüne müdahale, hayatına karışılması olarak algılar. Ve inat ettikçe şeytanın ve nefsinin esiri olur.
Cesaret ve Atılganlık
Her insanda mevcuttur. En korkak olanımızda dahi günlük işlerini idame ettirecek kadar vardır. Aksi halde insanın yaşaması mümkün olmazdı. Gençlik bu duygunun zirve olduğu dönemdir. İnsanın gözü pektir. Her işin hakkından geleceğini düşünür. Tek başına da kalsa, hayatını devam ettirebileceğini, buna cesareti olduğuna inanır.
Allah’ın subhanehu ve teâlâ isim ve sıfatlarıyla, O’na kulluk eden bir gencin bu duyguları, onu ‘en şerefli insan’ konumuna yüceltir. O Allah subhanehu ve teâlâ yolunda cihad eden ve ümmetin izzetinin savunucusu yiğitlerden olur. Abdurrahman İbni Avf’ı radıyallahu anh çevreleyip Ebu Cehil’i arayan gençler misali, ölüm pahasına Allah Rasûlü'nün yatağına yatan Ali radıyallahu anh misali... Herkesin imrendiği bir hayatı, kimsenin rağbet etmeyeceği bir yokluğa terk eden Mus’ab radıyallahu anh misali... İşte Rabbini tanıyanların cesaret ve atılganlığı bu misalleri meydana getirdi.
Onlar biliyorlardı ki; onların Rabbi her şeyi, ölüm ve hastalıklarla ‘kahrı’ altına alan el-Kahhar’dır. Her şeyden daha yüce ve herkesin onun altında olduğu el-Kebirul Muteali’dir. O tüm zorbaların korkusu el-Cabbar’dır. Hiçbir kuvvetin O’nun iradesine galebe edemeyeceği el-Aziz olandır. Öyleyse ne kahramanlık, ne atılganlık ne de cesaret O’nun rızası için olmazsa insana fayda vermez. İnsanların hepsini korkutacak cesarete sahip olsa bir genç, her istediğini cesaretiyle elde etse faydasızdır. O el-Kahhar olanın kahrı altındadır.
Bu ma’nalardan hali olan bir kalp ise; kavgacılığa, çeteciliğe, vurmaya-kırmaya özenir. Cesareti ile insanlara zulmeder. Kendinden güçsüz olan insanlara zulüm etmeye başlar. Gece eve geç gelmeyi, sokaklarda sabahlamayı, anne babasına edepsiz davranmayı cesaret sanar. Kendisini uyaran Müslümanlara karşı çıkmayı, insanların kalbini kırmayı cesaret zanneder...Bugün televizyon kanallarında ‘mafyavari dizileri’ takip eden ve o rezil hayata özenen gençlerin olması ne ilginçtir!! Özenilen insanlar Allah ve Rasûlü’nün düşmanı, özenilen hayatlar sahte (senaryo ürünü), özenilen yaşam Allah’ın subhanehu ve teâlâ haram kıldığı ve buğz ettiği bir yaşam. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.
İşte genç kardeşim, Allah’tan subhanehu ve teâlâ gafil olan bir gencin cesaret ve atılganlık duygusunun kendini nasıl alçalttığına bakar mısın? Allah subhanehu ve teâlâ seni de, bizleri de korusun.
Merak Duygusu..
Allah subhanehu ve teâlâ her insana merak duygusunu yerleştirmiştir. Bu duyguyla öğreniriz. Merak olmazsa insan hiçbir şey öğrenemezdi.
Rabbini tanıyan bir genç, onun her şeyi gören, el-Basir olduğunu, O’nun konuştuklarını duyan es-Semi olduğunu, insanları yaptıklarından hesaba çekmek için onları gözetleyen er-Rakıb, hesaba çekecek el-Hasip olduğunu bilir. İşte bu sıfatlar onu hayra yönlendirir. Bu bilgi onun merakını ilme yönlendirir. Henüz yirmisine ulaşmadan ümmete fetva veren, ictihad eden gençler böyle yetişir. Onların boşa harcayacakları zamanları yoktur. Çünkü her anlarının hesabını Rabblerine vereceklerini bilirler.
Rabbini tanımayanın bu duygusu onun helakı olur. En sufli meseleleri merak eder. Hayatı dedikoduyla geçer. Bu öyle beter bir haldir ki; ‘Rabbinin düşmanlarının’ hayatlarını dahi merak eder. Bugün Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendisini İslam’la şereflendirdiği bir gencin magazin haberlerine merak duyması başka nasıl açıklanabilir? Rabbine düşman insanların hayatlarını ilgiyle takip etmesini nasıl izah edebiliriz? Kalp, Rabbinin isim ve sıfatlarından hali olunca, tüm fıtri duygular şeytanın kontrolü altına girer. Ve bu tip sonuçların ortaya çıkması normal olur. Veya Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendisine bahşettiği zekayı, keskin merak duygusunu grupların ihtilafı, meclislerde ne konuşulduğu, kimin kiminle nasıl tartıştığını gözlemlemeye harcayan bir genci nasıl anlayabiliriz? Arada çok ince bir çizgi vardır. Örneğin forum adı altında veya İslami sohbet veya chat adı altında şer ve dedikodu batağında vakit öldürmek de, aynı anda bir kitapla, bir ilim meclisinde bulunarak vaktini ihya etmek de insanın elinde olan şeylerdir. İşte aynı zaman diliminde, aynı enerjiyle yapılabilecek bu iki zıt şeyin belirleyicisi Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanımak, O’nun isim ve sıfatlarıyla ona kulluk etmek ya da O’ndan cahil ve gafil olmaktır.
Yine bunun gibi bir duygu utanma duygusudur. Fıtri olan duygulardandır. Ve insanı toplum nezdinde çirkin kabul edilen davranışlardan alıkoyan önemli bir kontrol aracıdır.
Rabbinin isim ve sıfatlarıyla O’na kulluk eden gençte bu duygu, ‘haya’ya evrilir. İmanın bir şubesi olan ve sahibine hayırdan başka birşey getirmeyen mubarek azık ‘haya’... Rabbinin her yerde ilmiyle kuşatıcılığı, haberdar oluşuyla (el-Alim, el,Muhsi, el-Habir) bulunduğunu bilen insan ondan utanır. O’nun beraberliğinde O’na isyan edemez. Ve bu anda edep duygusunu geliştirir. O Rabbine karşı kulluk edebiyle muamele etmeye başlar. O’nun kendisiyle olduğu, yaptığı her şeyden haberdar olması onu nefsin ve şeytanın çirkin isteklerinden alıkoyar. Çünkü Rabbinden haya eder, utanır. Evet Allah subhanehu ve teâlâ tanımak, fıtri bir duyguyu uhrevi bir azığa dönüştürür.
Bu marifetten yoksun olan ise kendinden utanır, ailesinden, çevresinden utanır. Daha fazla imkana sahip olmadığı için kaderinden utanır. Şer ve masiyet ehlinden utanır. Onlar gibi olmak ister, imkanlar müsade etmeyince onlara karşı eziklik hisseder. En güzelini giyemediği için utanır. Telefonu arkadaşlarının telefon modelinden düşük olduğu, ev eşyaları falancanın ki gibi güzel olmadığı için utanır. Bu utancı, onu olmadığı gibi görünmeye sevk eder. Olmayan malla, olmayan sevgi ve imkanla, hatta olmayan günahla övünmeye başlar. Ve utancı onu Allah subhanehu ve teâlâ düşmanı bir yalancı haline getirir. Allah muhafaza.
Allah’a sığınalım, O’ndan yardım isteyelim genç kardeşim. Aynı duygu bir insanı en şerefli mertebeye, bir diğerini en alçak olana götürüyor. Aynı duygudan bu keskin ve derin farkın çıkmasının nedeni nedir? Allah’ı tanımak ve tanımamak. O’na onun isim ve sıfatlarıyla kulluk etmek veya etmemek.
Genç Kardeşim
Her duygu bir örnek vesilesidir. Bilmelisin ki Allah’ın subhanehu ve teâlâ sende yaratmış olduğu her duygu seni adına Kur'an inecek, tarihin faziletine şahitlik edeceği bir genç mertebesine de ulaştırabilir; her anı pişmanlık ve hüsran olan, kötülük ve şerre örnek gösterilen insanların derecesine de alçaltabilir. Mesele bu duyguların kalpte nasıl şekillendiği ve nasıl dışa yansıdığıdır. Bil ki Allah subhanehu ve teâlâ yerin ve göğün nurudur. O isim ve sıfatlarıyla bir kalpte yer etti mi her şey aydınlanır. Her duygu, insana yol gösteren bir nur olur. Her şey insana ve kulluğuna hizmet etmeye başlar. Adeta insanın nefsinde ve kainatta olan her şey onun daha iyi bir kul olup, gençliğini Allah’a subhanehu ve teâlâ adaması için hizmetkar kılınmış gibi olur .
İçinde Allah subhanehu ve teâlâ olmayan kalp ise zifiri karanlıktır. Ondaki hayırlar dahi kısa zamanda şerre dönüşür. Allah’ın onda yarattığı en masum duygular dahi onu şeytanın ve nefsinin esiri yapar. Her şey adeta onun günah işlemesi içindir. Konuşması yalan, dedikodu, boş söz, duyduğu gördüğü ne varsa şehvetini kamçılayan, Allah’ın ona haram kıldığı şeylerdir... Hiçbir şeyin olmadığı yerde hayalleri devreye girer. Yalanı, ikiyüzlülüğü, zinayı hayal etmeye başlar. Allah subhanehu ve teâlâ olmayan ceset böyledir işte. Onun Rabbine isyan etmesi için fazladan birşey olmasına gerek yoktur. İsyan edecek bir alan mutlaka bulur.
Şehvetlere ve şüphelere esir olmuş bir gencin kimseye faydası olmaz. İslam davası için birşey yapmak bir yana, insan olarak kendi nefsine yapabileceği tek bir fayda dahi yoktur.
Şüpheler insanın beynini esir alır. Kafası net olmayanın, İslam davasına takdim edeceği bir hizmeti olamaz. İster itikadi ister menheci anlamda insanda şüphe olması, onu amele geçmekten alıkoyar. Amel yapsa dahi istenilen verimi elde edemez.
Şehvetler ise insanı helak eder. Kalbin hayatına son verir. İnsanın kendi haline dahi derdi kalmaz. Gece gündüz Rabbine isyan eder, ancak kahkahası da eksik olmaz. Ölmüş içinde, Allah subhanehu ve teâlâ olmadığı için harap olmuş kalbine dair hiçbir derdi yoktur. Şehvetine icabet ettikçe İslamından, insanlığından kaybeder. Öyle ki dünya üzerinde olan her şey onun isteklerini tatmin için vardır. Allah muhafaza.
Allah’a subhanehu ve teâlâ adanmamızın önündeki en büyük engel kalbi esir alan şüpheler ve şehvetlerdir. Bunun en etkili tedavisi Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanımak ve kalbi O’nun isim ve sıfatlarıyla aydınlatmaktır. O’nun nuru bir yerde hakim oldu mu ne şehvetin ne de şüphenin karanlığı oraya zarar vermez. Allah’ın subhanehu ve teâlâ nurunun bir parçası olan güneşin, tüm karanlıkları ışığıyla yok ettiği gibi, her bir isim ve sıfat şehvetlerin ve şüphelerin karanlığını ortadan kaldırır. Kolay Allah’ın kolay kıldığıdır.
Gençliğini Allah’a Adamak İsteyen Kardeşim
Rabbini hakkıyla tanıyıp, O’na kulluk edebilmen için bir kaç tavsiyede bulunacağım. Rabbim beni de, seni de sözü dinleyip, en güzeline uyanlardan eylesin. Rabbimiz el-Aliyy olandır. O zatında ve fiillerinde, isim ve sıfatlarında yüce olandır. En büyük O’dur. O’nun misli ve dengi yoktur. Beşerin O’nu aklıyla idrak etmesi mümkün değildir. O’nu tanımanın tek yolu Kitap ve Sünnete baş vurmaktır. Allah ve Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bize Allah’ın zatını, isim ve sıfatlar üzerinden anlatmıştır.
“En güzel isimler Allah’a aittir. O halde O’na bunlarla dua edin...” (7/A’raf, 180)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz Allah’ın subhanehu ve teâlâ 99 ismi vardır. O isimleri İHSA eden cennete girer” buyurmuştur. (Buhari, Müslim).
Şüphesiz Allah’ın subhanehu ve teâlâ kullarına bildirdiğinin dışında birçok ismi vardır. Bazı isimleri kimseye bildirmemiş, gayb ilmi olarak muhafaza etmiştir. Ancak cennete ulaşmak ve O’nun subhanehu ve teâlâ rızasına nail olmak için bunlardan 99 tanesini bilmek yeterlidir.
Gençliğini O’na subhanehu ve teâlâ adamaya talip olanın önce O’nu tanıması kaçınılmazdır. Gerektiği gibi tanımadığımız bir ilaha neyi, ne kadar, hangi zamanda takdim edeceğimizi bilemeyiz. Merakın ve semeresi olan ilmin en şereflisi Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanımak için olanıdır. O’nu tanıyıp, o isim ve sıfatların gereğince O’na kulluk etmektir gayemiz. Hadiste ifadesini bulan ‘ihsa’dan kastedilen de budur. İbn-ul Kayyım El-Cevziye hadiste geçen ‘ihsa’ etmeyi şöyle açıklıyor:
‘Allah’ın isim ve sıfatlarını ‘ihsa’ etmek üç mertebedir:
a. O’nun lafızlarını ve adetlerini saymaktır (Yani er-Rahman, er-Rahim, el-Melik şeklinde tek tek bilmektir).
b. Onların manalarını ve delalet ettikleri anlamları bilmektir (Yani Rahman: Rahmeti geniş olan, her şeyin O’nun merhametiyle var olduğu, kullarından merhametli olanları sevdiği gibi).
c. Ayette olduğu gibi onunla Allah’a subhanehu ve teâlâ dua etmektir. Allah’ın isim ve sıfatları ile O'na dua etmek iki türlüdür:
i. Talep ve istek duası: Buna ‘Duau’l mes’ele’ denir. Allah’tan subhanehu ve teâlâ her ismin gereğini talep etmektir. El-Vehhap’ı (karşılıksız veren) zikrederek O’ndan ihtiyaçlarımızı talep etmemiz.
ii. İbadet ve övgü duası: Buna ‘Duau’l i’bade’ denir. Her ismin işaret ettiği manayla Allah’a subhanehu ve teâlâ boyun eğmek ve kulluk etmektir. el-Cabbar dediğimizde kendimizi küçük hissetmek, es-Samed dediğimizde muhtaç ve a’ciz olduğumuzu bilerek Allah’a yönelmek, er-Rezzak dediğimizde rızkı sadece Allah’tan subhanehu ve teâlâ
Bunun en etkili yolu ‘Kur'an-ı Kerim’ üzerinde çalışma yapmandır. Okuduğun her ayette Rabbinin isim ve sıfatlarına ve hangi bağlamda kullanıldığına dikkat etmendir. Elde ettiğin sonuçla Rabbine el açman, O’ndan istemen, kainatta o ismin tecellilerini müşahede etmen ve elinden geldiği kadar o isimle Rabbine kulluk etmendir. O zaman hadiste geçen ‘ihsa’ etmeyi hakkıyla yerine getireceksin. Ve göreceksin ki; gençlikle olumsuzlaşan ve seni şerre çeken her duygu Rahmani birer duyguya dönüşecek, seni hayra sevk edecek. Allah’ın kitabından ilk açtığım yeri örnek vereceğim:
“Hamd gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur. O yaratılışta dilediğini artırır. Gerçekten Allah her şeye gücü yetendir”. (35/Fatır, 1)
Bu ayet Rabb’imizin el-Kadir ismini öğretiyor. Her şeye gücü yeten...
Bu İsimle Allah’a Kulluk
Öncelikle bu ismin kapsamını ve manasını, ayetin bütününe bakarak anlamalısın . Demek ki Allah’ın subhanehu ve teâlâ yarattıkları ve bu yarattıklarının farklılığı O’nun kudret sıfatındandır. Şimdi bu ismi müşahede etmeye başlayabiliriz. Kendimizden başlamak üzere çevremizde gördüğümüz her canlıya bu ayet nazarıyla bakalım. Tüm gün boyunca, karşımıza çıkan her canlıya ‘Bu benim Rabbimin kudretidir’ diyelim... Sonra her dua zamanı bu ismin gereğini Allah’tan subhanehu ve teâlâ isteyelim. Bizim için zor olan, belki imkansız olan, bizi aciz bırakan ve gücümüzün yetmediği şeyleri Rabbimizin bu ismine havale edelim... Örneğin gençliğimizin olumuz yönlerinden olup, her seferinde bize galebe çalan, hırçınlık, sinir, şehvet, unutma, sebat edememe hasletlerimiz için;
‘Ey Kadir olan, her şeye gücü yeten, hiçbir şeyin kendine zor olmadığı, hiçbir şeyin kendini aciz bırakamadığı Rabbim; şu, şu konularda a’cizim, istemesem de düşüyorum, kudretinle bana yardım et. Zor banadır, sana zor yoktur. Bu ismin ve güzel sıfatın bende hoşnut olmadığın özelliklere tecelli etsin, senin razı olduğun salih gençlerden, senin ibadetinde neşet eden, arşının gölgesine layık olanlardan olayım.’ diyerek Rabbimize, el kadir ismiyle yalvaralım.
Ve gün boyu bu manayı zihnimizde canlı tutup, bu isme göre kulluk etmeye çalışalım. Güçlü bir Rabbin kulları olarak, hiçbir şeyden korkmayalım. Dünya ona kulluk edenlerle birlikte küçülsün gözümüzde. El-Kadir olan Rabbimizin dilerse hepsini bir saniyede helak etmeye muktedir olduğu güveniyle adımlarımızı atalım. Günahlar ve masiyetler bizi kuşattığında, O’nun kudretini nefsimize hatırlatıp, O’na sığınalım.
Her gün bir isim ve sıfat yeterlidir. Denemek, başlamak bize hiçbir şey kaybettirmez. Bilakis ölmüş kalplerin hayat bulduğuna, tüm kainatın bize O’nu hatırlattığına şahit olacağız. Her şey ama her şey bizim gençliğimizi O’na adamamız için yardımcı olacak göreceksin!
Genç Kardeşim
Nefisini bu hayırdan mahrum bırakma. Hiçbir meşguliyet, senin Rabbini tanımandan daha önemli olamaz. Her şeyi bu mübarek çalışma için ertele. Bir defa O’nu tanımanın lezzetine vardın mı, kalp asıl hayatı olan ‘Rahman’ın sıfatlarıyla ihya olup, en-Nur olanın nuruyla aydınlandı mı’ hiçbir şehvet bu lezzeti arttırmana engel olamayacak.
Şayet bunu yapamazsan –ki muhakkak yapmalısın- bu konuda yazılmış kitaplara başvurmalısın. Allah’a hamd olsun, O’nun isim ve sıfatlarını tanıtan onlarca kitap mevcut. Yine sana yardımcı olacağına inandığım bir çalışmayı tavsiye edeceğim. Bu dergide ‘Allah’la Nasıl Muamele Etmelisin?’ başlıklı bir yazı dizisi tercüme ediliyor. Tercüme eden ve eklemeler yaparak vakıamıza uyarlayan kardeşimizden Allah razı olsun. Bize Rabbimizi hatrlatıp, O’nunla muamelemizi dert edindiği için bu işe koyuldu. Her bir bölümü dikkatle oku ve tatbik etmeye çalış. Allah kendi için yapılanlara kat kat karşılık verendir. Sen Rabbini tanımak için her adım atışında O’nun sana rahmeti, lütfu ve keremiyle geldiğini göreceksin.
Evet Kardeşim
Böylece birinci maddeyi tüm acziyetimle bitirdim. Ben seni Allah subhanehu ve teâlâ için seven, ümmetin her ferdi gibi ümmetin ihyasını senin ihyanda gören bir kardeşin olarak üstüme düşeni yaptım. Şimdi sıra sende... Gençliğin tüm olumsuz yönlerini terbiye etmek, tarihte yaşamış ve örnek olmuş gençlerin birer hikaye değil, her devirde yaşanabileceğini göstermek için, Rabbinin yardımıyla O’nu tanımaya ve kulluk etmeye başla.
Şu karanlık çağda, kandil gibi yanmak istiyorsan, haydi! Durma !
Selam ve Dua ile Ebu Hanzala.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 

Allah’a Adanmış Gençlikler – 3

 
Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd, Rasûlü’ne salat ve selam olsun.
Gençlik çağından ve bu dönemin Alemlerin Rabbine adanmasından konuşmaya devam ediyoruz... İnsanın üç dönemi vardır. Bu dönemlerin ilki olan çocukluk döneminde, Allah katında mes’ul değildir. Yaşlılık ise zorunluluklar dönemidir. Yaşlılık, iradeyle seçilmiş bir yaşam değil de, gençlikte tercih edilmiş yaşam tarzının devamı niteliğindedir. İnsanı eşref-i mahluk yapan da, esfeli safiline düşüründe gençlik dönemidir. Gençlikte insanlar üçüncüsü olmayan iki hayatla karşı karşıyadır. Ya gençliği Allah’a subhanehu ve teâlâ adayacaktır veya şeytana. Ya Rabbine kul olacaktır ya da dinara, dirheme, kadifeye... Çünkü Rahmani ve şeytani tercihler, insanın mes’ul olmadığı çocukluk dönemi ya da zorunlulukların tercihleri belirlediği yaşlılıkta değil, gençlikte anlamlıdır...
Bundan olsa gerek küfür, gençleri ifsad ediyor. Küfür patentli ürünler, sapık ve küfri ideolojiler, ahlaki tercihler, tüketim, eğlence vs. hep gençleri zehirlemeye yöneliktir...
Allah subhanehu ve teâlâ bir kavim için hayır diledi mi, onların gençlerine hidayet eder. Çünkü hakkın ikamesi güce muhtaçtır. Gençler hakkın ikamesi için gerekli olan güç ve cesaret potansiyelidir. İslam tarihi, adanmışlık tarihidir. Kadını, çocuğu, genci ve yaşlısıyla Allah’a cennet karşılığında satılmış tablolarla süsülüdür sabıka kaydımız.

Bugün, gençliğini Rabbine adamaya talip bir nesil var, Allah’a hamd olsun. Önceki yazımızda belirttiğimiz gibi: ‘Gençliğini Allah’a adamış ve Allah’ın adaklarını kabul ettiği’ genç sahabiler vardır. Onlar bu özelliklerle süslenince, netice aldılar. Adlarına Kur'an indi ve Allah onlardan razı olduğunu beyan etti. Bugünün gençlerine düşen sabık, emsallerini tanıyıp onları taklit etmek, onların süslendiği özelliklerle süslenmektir.
Onların en belirgin vasfı Rabblerini tanıyor olmalarıydı. Rabblerine, O’nun subhanehu ve teâlâ isim ve sıfatlarıyla kulluk ettiler. Herşey onlara hizmetkar oldu. Fıtratlarında yaratılmış duygular, Allah’ın şer’i ayetleri ve kainat kitabıyla terbiye edildi. Hissettikleri herşey kulluk yolunda onları bir adım ileri taşıdı. Bu yazımızda ikinci özelliklerini ele alacağız.
2. Allah Rasûlü'ne Olan Sevgileri Ve Bağlılıkları
Sahabe gençleri Allah Rasûlü’nü sallallahu aleyhi ve sellem yürekten sevmişti. Bu sevginin menba’ı Allah sevgisiydi. Onlar Rabblerini tanıdıkça, O’nun isim ve sıfatlarını müşahede ettikçe, sevdiler. Karşılarında Allah’ın isim ve sıfatını itikadında, ahlak ve yaşantısında en güzel temsil eden insanı buldular. O Allah Rasûlü'ydü. O sallallahu aleyhi ve sellem adeta Allah’ın kitabıydı. ‘İşte kul’ denilecek tüm sıfatlar, onda mevcuttu ve onlara Rabblerini en güzel şekilde tanıyordu... Onunla olmak, onun sohbetiyle müşerref olmak demek, Allah’ı daha iyi tanımak O’na subhanehu ve teâlâ yakınlaşmak demekti. Nasıl sevmeyeceklerdi onu? İnsana Rabbini tanıtan bir kişi sevilmez miydi?
Onu seviyorlardı, çünkü onunla sallallahu aleyhi ve sellem anlam bulmuştu hayatları. Sokak aralarında, eğlence meclislerinde, içki ve zina, kof kahramanlık gösterilerinde heba olan bir gençlik vardı çevrelerinde. Kimsenin değer vermediği ve günümüzde olduğu gibi sorun kelimesiyle anılan gençler.
Oysa Allah Rasûlü onlara değer veriyordu. Onları en mühim görevlerde istihdam ediyor, onları kitap ve hikmetle ihya ediyordu. Emsalleri sokakları arşınlarken; onlar Allah yolunda at koşturuyordu. Emsalleri ‘kimse beni anlamıyor, herşey beni bunaltıyor, herşey beni sıkıyor’ bataklığında yüzerken; onlar Allah Rasûlü ile beraber ‘Allah’a kulluk ve tağutlardan ictinab’ etmek gibi ulvi bir hedef için yaşıyordu. Emsalleri ecdadlarının olmayan kahramanlık hikayeleri ve hurafelerle mutlu oluyorken; onlar İbrahim’i aleyhisselam, Musa’yı aleyhisselam, İsa’yı aleyhisselam ve kendileri gibi adına Kur'an inen gençleri öğreniyordu... Emsalleri; falancanın kızı, iki çocuk, deve şeklinde sıralarken hedeflerini; onlar tüm yeryüzünde İslam’ın hakim olacağı noktayı hedefliyordu... Nasıl sevmesinler Allah Rasûlü'nü? Emsalleri şer, zillet ve cahiliye içinde heba olurken; onlar hayır, izzet ve İslam’la abad oluyorlardı Allah Rasûlü'nün yanında.
Onların Allah Rasûlü'ne sallallahu aleyhi ve sellem olan sevgisi ‘lidere bağlılık’ veya ‘grup taasubu’ menşe’li bir sevgi değildi. Böyle bir sevgi insanı ancak zelil kılar, kendi gibi kul olana kul yapar. Onların sevgisi Rahmani bir sevgiydi. Allah’ı sevdikleri için Rasûlü’nü sevmişlerdi. Onlar bu sevgiyi Allah Rasûlü'nden sonra aynı misyonu yüklenenlere de devam ettirdiler. Onları Rabblerine yaklaştıran, hayırla aralarında vesile olan anlamsız bir hayattan kurtarıp, İslam gibi ulvi bir davaya adanmayı sağlayan herkesi aynı şekilde sevip, bağlı kaldırlar.
Örneklerimize bir göz atalım; sahabenin en gençlerinden olan Enes radıyallahu anh ile başlayalım.
“Adamın biri Allah Rasûlü'ne ‘Kıyamet ne zaman?’ diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘Sen onun için ne hazırladın?’ diye cevap verdi. Adam ‘Hiçbir şey, ancak ben Allahı ve Rasûlü’nü seviyorum’ dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘Sen sevdiklerinle berabersin.’ dedi. ‘Sen sevdiklerinle berabersin’ sözüne sevindiğimiz kadar hiçbir şeye sevinmemiştik. Enes: ‘Ben Rasûlullah’ı, Ebu Bekir ve Ömer’i seviyorum, onlara olan sevgimden dolayı, onlarla beraber olmayı umuyorum.’ ” (Buhari, Müslim)
Bu rivayet üzerinde düşünmeli genç kardeşim. Bunu rivayet eden Enes radıyallahu anh henüz çocuk yaşta Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hizmetine verilmişti. Emsalleri sokaklarda oyun oynayıp, ‘çocukluğunu yaşama’, ‘gençliğin keyfini çıkarma’ aldatmacasıyla meşgülken, o Rasûlullah’a hizmet ediyordu. Onun suyunu taşıyor, ayakkabılarını koyuyor, ihtiyaç için çıktığında temizlik malzemesi elinde onun peşinde dolanıyordu. Ki o ne şerefli bir hizmet, ne şerefli bir takipti...! O Allah Rasûlü’nü, Ebu Bekir’i ve Ömer’i seviyordu. Ve Rasûlün sallallahu aleyhi ve sellem sevgisinin insanı onunla beraber yaptığını duyunca ‘hiç sevinmediği kadar sevinmişti’... Ebu Bekir ve Ömer’i de radıyallahu anhum seviyordu. Çünkü Allah Rasûlü’nden kimi, neden sevmesini gerektiğini öğrenmişti. Allah için... O’nu hatırlatıp, O’nun dinine hizmet eden ve O’na kulluk etme yollarını açan herkesi. Ebu Bekir ve Ömer radıyallahu anhum Peygamber değillerdi ama onlarda aynı görevi görüyordu. Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem gölgesi gibiydiler, mallarıyla, canlarıyla onun etrafında etten duvar gibi duruyorlardı. Onlar konuşmuyordu. Zaten Allah Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem olduğu bir ortamda nasıl konuşacaklardı. Ama duruşları ve yaşantılarıyla olması gerekeni insanlara hatırlatıyorlardı. İşte sahabe Allah Rasûlü'nü sevdiği gibi hayatında da, vefatından sonra da Ebu Bekir ve Ömer’i radıyallahu anhum hep sevmişlerdi.
Talha bin. Bera radıyallahu anh Medine’de yaşayan gençlerdendi. Allah Rasûlü’yle sallallahu aleyhi ve sellem yolda karşılaşmış ve onun ayaklarını öpmüştü.
“Ey Allah Rasûlü bana istediğini emret, sana isyan etmem’ demişti. Yaşı küçük olunca Rasûlullah şaşırdı, denemek için: ‘Git babanı öldür’ buyurdu. Hemen yola koyuldu. Allah Rasûlü: ‘Dön, ben akrabalık bağını koparmak için gelmedim.’ ” (Taberani)
Daha önce Muaz bin Cebel’i radıyallahu anh yazmıştık. Onsekizli yaşlarda İslam’la tanışan ve Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem en önemli görevlerde istihdam ettiği genç... Öyle ki onu ehli kitabın yoğunlukta olduğu Yemen’e muallim ve davetçi olarak yollamıştı. (Buhari, İ. Abbas’tan rivayetle)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem: “Kur'an’ı dört kişiden öğreniniz” buyurdu. Bunlardan biri de en gençlerinden biri olan Muaz’dı. (Buhari, Abdullah bin. Amr’dan rivayetle)
Muaz’ı Muaz radıyallahu anh yapan Allah Rasûlü'ne sallallahu aleyhi ve sellem olan sevgisiydi. Bu öyle bir sevgiydi ki Allah tarafından kabul edilmiş, Allah ve Rasûlü’nün sevgisi olarak ona geri dönmüştü. Zaten sevginin en büyük mukafatı da buydu. İnsanın sevgisinin kabulü ve Allah ve Rasûlü’nün insanı sevmesi...
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Muaz’ın radıyallahu anh elinden tuttu ve “Vallahi ben seni seviyorum ey Muaz! Her namazdan sonra şu sözleri söylemeyi bırakma: ‘Allah’ım seni zikretmem, şükretmem ve en güzel şekilde ibadet etmem için bana yardım et.’ ” (Ebu Davud, Nesai, İbni Huzeyme, İbni Hibban)
Henüz yirmili yaşlarında bir genç... Allah Rasûlü elinden tutuyor ve “Ben seni seviyorum” diyor, bu ne büyük şeref.
Bir diğer genç Ali radıyallahu anh idi. O en tehlikeli günlerde Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem yanında bulunmuştu. Canını Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem uğruna feda etmeyi göze almış ve sonunda ölüm olacağı ihtimali de olsa suikast yatağına yatmıştı.
Onu tanımayan, ismini duyduğunda yüreğinde sevgi ve saygı oluşmayan bir Müslüman var mı? Allah Rasûlü henüz yirmili yaşlarda olan bu gence: “Seni ancak mümin sever ve sana ancak münafıklar buğz eder” (Müslim) demiştir.
Allah Rasûlü onu Medine’ye vali olarak bırakıp savaşa çıkıyordu.
“Ali: ‘Ey Allah Rasûlü beni kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun’ dedi. Allah Rasûlü'ne: ‘Sen Musa’nın yanında Harun aleyhisselam neyse, benim yanımda o mertebede olmak istemez misin? Ancak benden sonra Nebi olmayacaktır.’ buyurdu.” (Buhari, Müslim)
Bu nasıl bir şereftir? Tebuk gibi Kur'an’ın zorluğunu ve meşakkatini tescil ettiği bir sefere bu ne iştiyak. Ve bu ne şerefli bir övgü. Musa aleyhisselam için Harun aleyhisselam neyse, Allah Rasûlü için Ali’de radıyallahu anh odur. Tek fark Ali’nin radıyallahu anh Nebi olmayışıdır. Ali’yi genç yaşında Ali radıyallahu anh yapan ne acaba?
Seyl b. Sa’d radıyallahu anh anlatıyor: ‘Allah Rasûlü Hayber gününde şöyle dedi: “Bu sancağı yarın bir kişiye vereceğim. Allah onun elleriyle fetih nasip edecek. O Allah’ı ve Rasûlü sever, Allah ve Rasûlü’de onu sever.” İnsanlar gece boyunca bu meseleyi konuştu. Sabah olunca Allah Rasûlü'ne gittiler. Her biri o kişi olmayı umuyordu. Allah Rasûlü: “Ali b. Ebu Talip nerede?” diye sordu.’ (Muttefekun Aleyh)
O şahıs Ali radıyallahu anh idi, sahabenin gençlerinden Ali... Bu rivayet bize Ali’nin radıyallahu anh güzelliklerinin ve adanmışlığının sırrını da veriyor, Allah ve Rasûlü’nü sevmek.
Tarihe ismini yazdırmış bir diğer genç, zannediyorum sahabe ve fedakarlık denilince ilk akla gelenlerden biri de Mus’ab b. Umeyr’dir radıyallahu anh. Çocuk denecek yaşta İslam olmuş ve Allah yolunda her türlü eziyete katlanmıştı. Mekke’nin en yakışıklı ve refah içinde yaşayan genci, tüm imkanlardan olmuş, bununla beraber işkencenin her türlüsünü tatmıştı. Bugün onun yaşıtları bir semtten bir semte tek başına gitmeye cesaret edemezken, o Habebişistan’a hicret etmişti. İslam tarihinin en şerefli görevlerinden olan ‘Medine elçisi’ olarak yola koyulmuş, Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem hicretinden önce Medine’yi İslam’a hazırlamıştı. Evet, bir genç ve İslam devletinin temellerini atma görevi... Peki Mus’ab’ı bu kadar fedakarlık yapmaya, dünyadan ve imkanlardan yüz çevirmeye iten neydi? Aslında geçen yazımızda, satır arasında bu noktaya işaret etmiştik. Yineleyelim... O, Allah Rasûlü'ne selam verip onun yanına girmişti. Allah Rasûlü orada bulunanlara:
“Ben Mekke’de Mus’ab gibi zarif, yakışıklı ve rahat içeresinde olan başka bir genç bilmiyorum. Onun bunlardan uzak olmasını tek sebebi Allah ve Rasûlü’nün sevgisidir”
buyurdu. O şahitlik Mus’ab’ı Mus’ab radıyallahu anh yapan sırrı da veriyordu.
O gençlerden biri de Usame bin Zeyd’di radıyallahu anh. Henüz onsekizli yaşlarda Bedir ashabına, Rıdvan biatine katılmışlara, Ebu Bekir ve Ömer’e radıyallahu anhum komutan tayin edilen genç. Kalbinde hastalık bulunanlar bu durumdan hoşnut olmamıştı. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem bu duruma kızmış ve:
“Siz onu eleştirdiğiniz gibi babasının (Zeyd b. Harise) emirliğini de eleştirmiştiniz. Allah’a yemin olsun ki, o emirliğe uygun biriydi ve o insanların içinden bana en sevimli olanlardandı, bu da (Usame b. Zeyd) bana insanlardan en sevimli olanlardandır.” (Muttefekun Aleyh)
Sevgi de ikinci mertebeye, ‘kabul’ nimetine erişmiş bir genç. Onun Allah Rasûlü'ne olan sevgisi kabul görmüş ve o Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem en sevdiği insanlardan olmuştur.
İbni Ömer radıyallahu anh şöyle anlayıor: ‘Babam Ömer bana birşey vereceği zaman, ondan Usame bin Zeyd’e daha fazlasını verirdi. Bu hususta babamla konuştum. Bana; ‘Allah Rasûlü onu senden, babasını da babandan daha çok seviyordu’ dedi.’
Gençliğini Allah’a Adamaya Talip Kardeşim
İşte örnekler... Fazla söze ne hacet... Onların Allah Rasûlü'ne sallallahu aleyhi ve sellem olan sevgisi bu örneklerle sınırlı değildir. Onların Rasûle sallallahu aleyhi ve sellem olan sevgisini hayranlıkla ikrar etmiş ve en azılı düşmanları dahi ‘Ben Muhammed’in ashabının onu sevdiği kadar kimsenin, kimseyi sevdiğini görmedim’ demiştir. (Zeyd b. Desine şehadetinde Ebu Sufyan)
Sahabenin hiç tereddüt etmeden, onun için ölecek kadar onu sevdiğini de düşmanları ikrar etmişti. Urve b. Mes’ud onların Allah Rasûlü'ne olan bağlılık ve sevgilerinden, onun huzurunda edeple duruşlarından etkilenmiş ve bunu aktararak kavminin kalbine korku salmıştı (Buhari, Urve b. Zubeyr’den Hudeybiye görüşmesi esnasında).
Savaşta babası, kocası ve oğlu ölmüş olan bir kadını düşün! Beklenen feryat, figan, vaveyleden eser yok. Ona ölüm haberini zikredenlere: ‘Bana Allah Rasûlü'nü gösterin, onun iyi olduğunu göreyim’ diyordu. Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem görünce ‘Sen iyi olduktan sonra her musibet kolaydır’ diyordu. (Siyer, İbn İshak, el-Bidaye ve en-Nihaye) Kalbindeki sevgi inci olup dilinden kelime kelime akan şu kadın... Acaba tarih böyle bir sevgi gördü mü? Bu söz kandil olup semaya asılsa güneş doğmaktan hicap eder. Örnek çoktur. Ben gençlerden örnekleri vermek istedim, yoksa ashabın Allah Rasûlü'ne olan sevgi rivayetleri anlatmakla bitmez. Onları, ancak onlar gibi seven insanlar anlayabilir.
Genç Kardeşim
Sevgi böyle birşeydir işte. O dilin telaffuz ettiği beş harflik bir kelimeden çok daha ötedir. O ağızla ispatı mümkün olmayan bir haldir. Kalplerde yer edinen ve sahibini sevgili yönünde harekete geçiren bir etkendir. Sahabeler gibi, bize örnek gençler gibi... Onları Allah Rasûlü'nün etrafında etten duvar kılan, onun bir sözüyle geçmişi silip geleceği yok sayarak beldelerini terk ettiren bu sevgidir işte. Gençliğin hırçınlığı, hızlılık ve menfi yönlerini terbiye eden, hatta o menfi yönleri Allah’a ve Rasûlü’ne a’made ederek onları tarih yapan sevgileriydi... Bu da diğer tüm özellikler gibi sadece onlara has olmayıp, herkes için geçerlidir. Onlar bu mertebelere Allah Rasûlü'nü sallallahu aleyhi ve sellem gördükleri için değil, sevdikleri için ulaştılar. Allah Rasûlü'nü sallallahu aleyhi ve sellem görüp onun arkasında beş vakit namaz kılıp, onunla cihada çıkmış olmasına rağmen helak olan nice genç münafık vardı. Çünkü kalpleri bu sevgiden yoksundu. Kalp sevgiden yoksun oldu mu, sevgiliyi görmüş olmanın faydası yoktur. Dün, bugün ve yarın Allah Rasûlü'nü sallallahu aleyhi ve sellem seven her genç, Allah’ın subhanehu ve teâlâ fazlına mazhar olacaktır. Onların ulaştığı mertebelere ulaşacaktır. Yeter ki sevgisinde samimi olsun. Sevgi, dilin iddiası olmaktan öteye geçebilsin, İslam her sevgi iddiasını kabul etmez. Sevgi iddia edenleri şu ayetlerle imtihan etmiştir:
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin.” (3/Al-i İmran, 31)
Hasan-ı Basri ve seleften bazı imamlar: ‘Bir kavim Allah’ı sevdiklerini iddia ettiler, Allah’ta subhanehu ve teâlâ onları bu ayetle imtihan etti.’ (İbni Kesir ilgili ayet).
Sevginin ispatı ittibadır. Seviyorum demekle sevgi ispat edilmez. Sevgi, insanın hevasına ve nefsinin isteklerine değil, sevgiliye tabi olmaktır.
Genç Kardeşim
Sakın sevgiyi küçümseme. Nice insanın yorulmayla ulaşamdığı mertebelere, sevgi ehli samimi ve ispatlanmış sevgileriyle ulaştılar. Dünya cenneti olan iman lezzetine bakmaz mısın? Ne acıdır ki iman edenlerin çoğu, imanlarının gereğini yaşamak için çalışır, yorulur ancak imanından lezzet almaz. Oysa imanla lezzet almak ne büyük nimettir. Can bedenden ayrılmadığı müddetçe o lezzet eskimez. Çünkü o lezzetin sebebi olan iman mevcuttur. Bu lezzeti sağlayan unsur sevgidir. Enes radıyallahu anh Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem şöyle rivayet etti:
“Üç şey vardır ki kimde bulunursa imanın tadını alır. Allah ve Rasûl’ünü herşeyden çok sevmesi, sevdiği kişiyi ancak Allah için sevmesi, imandan sonra küfre girmeyi ateşe girmek gibi kerih görmesi.” (Buhari, Müslim)
İmanın lezzetini almak, sevgi mebnidir. İnsan sevdikçe imanından tad alır, tad aldıkça sevgisi artar. Fedakarlık, itaat, adanmışlık sürekli artan ve sahibine huzur veren bu sevginin eseridir. Dünya ehli, ashabın fedakarlığına neden çok şaşırıyordu? Bir insanın ölümü arzulaması, tek bir sözle malını, yurdunu bilinmeze doğru terk etmesini anlayamıyorlardı. Neden bir insan kurulu düzenini, yurdunu ve aşiretini hiç bilmediği bir yer için terk eder ki? Olsa olsa bunlar büyülenmiş olmalıydılar. İnsan canını bir başkasına siper yapar mıydı? ‘Ona gelen oklar bana gelsin’ diye kollarını açarak oklara hedef olur muydu? Ancak bir kahin onları cinlerle etkisi altına almış olmalıydı... Hayır! Ka’be’nin Rabbine yemin olsun ki bu sevgiden başka birşey değildi. Bir kadına sevgiyle bağlananlar dahi ‘aşk’ diye akıl almaz işler yaparken, o gençlerin Allah Rasûlü için yaptıklarını çok görmemeli. ‘Seviyorum’ diye ölenler, öldürelenler, kendine ve çevresine sıkıntı veren, müzmin hastalıklara yakalananlar... Gazete sayfaları, haber bültenleri bu garabetlerle dolu. Batıl olan ve sahibine dünyada ahirette hüsran olacak şeytani sevgi, insanlara bunları yaptırıyorsa, Rahmani olan ve insana huzur veren sevgi neler yaptırmaz ki?
Genç Kardeşim
Adanmışlık önce kalpte başlar. Onu başlatan, devam ettiren, engelleyicilere karşı sabit kılan da kalp amelleridir. Bunun başında da sevgi gelir. Hayra ilk adımı atmak çok zordur. Sen ‘bu gençlik boşa gitmemeli, ben de Mus’ab’lar, Usame’ler, İbni Abbas’lar radıyallahu anhum gibi Allah’a adak olmalıyım’ diye niyetlendiğinde, şeytan ve nefis seni her yandan kuşatır, kah işin zorluğunu, kah senin alışkanlıklarını, kah eski günahlarını hatırlatır, ‘sen olamazsın diye’. Allah’ın rahmet ettikleri müstesna çok kişi bu aşamada takılır. Bu noktayı atlatanları yeni sıkıntılar bekler... ‘Bu kadar yeter’ vesvesesi tüm kalbi kuşatır. İnsan şerde çok, hayırda az ile yetinmeye alışıktır. Dağlar kadar günahı ‘Allah’ın rahmeti geniş’ diyerek önemsemez de, iki günlük amelini ‘Allah’ın eksikliklerden münezzeh ve herşeyin en güzeline layık olduğunu’ unutarak büyütür de büyütür. Bu aşama da ‘bu kadarı bana yeter’ hilesini, Rabbinin lütfuyla aşanları yeni engeller bekler. Şeytan dünyayı, rahatı, lezzetleri süsledikçe süsler. Normal zamanda insanın aklına dahi gelmeyecek şehvetler ve heva, insanı meşgul eder. Gözün gördüğü, kulağın duyduğu herşeyi insanı alıkoymak için kullanır şeytan ve nefis. Başlaması zor, devamı zor, sebat etmek zor... Allah’a subhanehu ve teâlâ adanmak, bir hayatla iki hayatı birden ihya etmektir. Hangi güzelliğe kolay ulaşılmış ki, adanmışlık kolay olsun... Hangi hazine orta yere konup umuma arz edilmiş ki, adanmışlık herkesin kârı olsun. Bu zorlukları aşacak yegane azık, Allah ve Rasûlü’nün sevgisidir. Sevgi tercihtir, sevilenin rızasını, onun hoşnutluğunu kendi rahatına tercihtir. Şeytan ve nefsin vesveselerine karşı Rabbini ve rızasını tercih etmek istiyorsan –ki istediğin için şu an bu yazıyla meşgulsün- önce sevgiyi elde etmelisin. Daha önce de belirtmiştim. Sakın, o gençlerin hiçbiri sıkıntı duymadan gençliklerini Rabblerine adadıklarını düşünme. Öyle olsa adanmışlık nefes almak, yemek yemek gibi sıradan ve herkesin ortak olduğu birşey olurdu. Bilakis onlar da zorlandılar, sıkıldılar, yapamayacağız endişesine kapılıp yapamadıklarını düşündüler. Ancak sevgileriyle yola devam ettiler. Kimisi o kadar sevdi ki ne yaparsa yapsın hakkını veremediğini düşünüyordu. Enes’e radıyallahu anh bakar mısın? Tarih böyle bir genç gördü mü? O ne çocukluk ne de gençlik gördü. Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem yanında, onun hizmetindeydi. Ama şunu diyordu ‘Ben Rasûlullah’ı, Ebu bekir ve Ömer’i seviyorum. Onlara sevgimden, onlarla olmayı umuyorum’ diyordu.
Genç Kardeşim
Sevgi senin elindedir. Sen, sevmek istedeğin şeyi seversin. Zihin ne ile meşgulse kalp onu sever... Ve kalp muhakkak bir sevgi ile hayat bulur. Çünkü sevgi hareketin esasıdır. İster hak, ister batıl olsun hareket ve yaşamın devamı için sevgi şarttır. İnsan neyi sevmek istiyorsa onu sever. Ancak şu bir gerçektir ki, temiz olan sevgiyle, kirlenmiş ve pis sevgi aynı kalpte toplanmaz. Allah sevgisi esastır. O’na bağlı ve en direk sevgi Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem sevgisidir. Sonraki sevgiler bu iki sevgiye tabidir. Kaynağı bu olmayan her sevgi kirlenmiştir. Sahibine yük ve utançtır... Zahiri ameller sevgiye tabiidir, onun için zahiri amellerle meşgul olmak yerine onun aslı olan sevgiye yönelmen gerekir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ sevgisi, O’nu tanımaya bağlıdır. Buna geçen yazımızda değinmiştik. Allah sevgisi ve korkusu O’nu isim ve sıfatlarıyla tanıma ve o şekilde kulluk etmenin semeresidir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sevgisi de böyledir. Onu sevmek isteyen önce Rabbini tanımalı ve O’na, O’nun isim ve sıfatlarıyla kulluk etmelidir. Rabbini tanıyan, O’na en iyi kulluk edenin, isim ve sıfatların yaşantısında açığa çıkan en mükemmel şahsiyetin Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu görecektir. Bu da, ona sallallahu aleyhi ve sellem olan sevgisini arttıracaktır.
Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem gündem etmeliyiz. Meclislerimiz de, evlerimiz de, arkadaş sohbetlerinde o olmalı. İnsanlar gereksiz sohbetlerle bizleri meşgul ederken, hem onu sevmek hem de meclislerin kıyamet günü pişmanlık olmaması için onun sallallahu aleyhi ve sellem anlatılmasını talep etmeliyiz. Zihin ne ile meşgulse kalp onu sever. Biz kendimizi Allah Rasûlü'nün sevgisiyle meşgul etmezsek, şeytan bizi en deni ve sufli sevgilerle meşgul etmeyi başaracaktır. Kalp sevgisiz yaşayamaz. Ya hayır ya da şer... Allah Rasûlü'nü sallallahu aleyhi ve sellem düşünmeliyiz, onun siretinden bildiğimiz sahneleri canlandırmalı, orada olmayı hayal etmeliyiz. Bu sevgiyi arttıran en güçlü etkenlerdendir. Allah Rasûlü böyle bir zümrenin varlığından haber vermiştir, biz neden onlardan olmayalım. Ebu Hureyre radıyallahu anh rivayet ediyor:
“Ümmetimden beni en çok sevenler, benden sonra gelecek olanlardır. Onlardan biri beni görmek için tüm malını ve ehlini feda etmeyi göze alır.” (Müslim)
Sahabe onu, onunla beraberliği o kadar düşünüyordu ki, evlerine gittiklerinde dahi ondan ayrılmanın hüznünü hissediyorlardı. Bu konuda öyle hassas sahabeler vardı ki, işin ahiret boyutunu düşünmeye başlamışlardı.
Said bin Cubeyr radıyallahu anh şöyle rivayet etti:
“Ensardan bir adam Allah Rasûlü'ne geldi, mahsun görünüyordu. Allah Rasûlü: ‘Ey falanca neyin var, seni üzgün görüyorum.’ Adam: ‘Birşey vardı düşündüğüm, ondandır’. Allah Rasûlü: ‘Nedir o?’ dedi. ‘Ey Allah’ın Rasûlü biz seninle beraber oturuyor, sana bakıyor, yanına girip çıkıyoruz. Yarın sen (kıyamet günü) Peygamberlerle beraber yüksek mertebelerde olacaksın, biz sana ulaşamayacağız.’ Rasûlullah ona cevap vermedi. Cibril şu ayetlerle geldi: “Kim Allah'a ve Rasûl’e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehitler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?” (4/Nisa, 69)”
Derdi bu olan Allah Rasûlü'nü nasıl sevmesin?
Sen de bunları düşünmelisin, onun sallallahu aleyhi ve sellem senin gibi gençlere iltifatlarını okumalısın. Onların yerine kendini koymalısın. O an orada olduğunu hayal etmelisin ve kıyamet günü aynı iltifatlara mazhar olmak için ona, sünnetine, da’vasına ve bıraktığı emanete sahip çıkmalısın. Rabbine yalvarıp yakarmalısın. O yiğitlerden İbni Ömer’in radıyallahu anh dua ettiği gibi dua etmelisin.
‘Rabbim beni, meleklerini, Rasûllerini, salih müminleri sevenlerden kıl.’
Şu dünya ehlinin batıl sevigisine baksana! En deni şeyleri seviyorlar. Yapamıyorum, unutamıyorum, onsuz yaşayamıyorum, herşey onu hatırlatıyor... Ağızlardan bu cümleler dökülüyor. Allah Rasûlü'nü bu kadar da mı sevmeliyim?
Genç Kardeşim
Allah Rasûlü'nü sevmenin yolu, onu seven ve insanlara onu anlatan, onu sallallahu aleyhi ve sellem varis olanları sevmekten geçer. Sahabe sadece onu sevmemişti, ondan sonra Ebu Bekir’i, Ömer’i ve onun arkadaşı olup onu hatırlatan herkesi sevmişti. Bugün Allah’a adanmak istiyorsan, onu sevenlerin ve sana onu anlatan, seni ona çağıranların yanında saf tut. Onları sev... Onları herhangi bir sebepten değil, Allah Rasûlü'nü sallallahu aleyhi ve sellem sana hatırlattıkları ve gençliğini onun dinine hizmetle şereflendirme fırsatı sundukları için sev.
Aksi Halde
Sende elbiseyi, kadını, arabayı, müziği sevenlerden olursun. Beğenilmeyi, gülmeyi, konuşunca insanlar tarafından dinlemeyi... Sevilmeyecek ne kadar geçici ve sana pişmanlık olacak şey varsa, onu severek gençliğini heba edersin.
Rabbim beni ve seni habibini hakkıyla seven ve sevgisiyle da’vaya, Rabbine adanan yiğitlerden eylesin, Allahumme Amin
Selam ve Dua ile Ebu Hanzala...

-------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

Allah’a Adanmış Gençlikler – 4

 
Bizleri Ramazan’a eriştirmekle fırsat sunan Rabbi'mize layıkıyla hamd olsun. Salat ve selam O’nun güzide Nebisine, pak aline ve ashabına olsun.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de iyice daralmıştı. Her geçen gün işkencelerin dozajı artıyordu. Büyük destekçisi olan amcası ve eşini kaybetmişti. Çevre illere müracaat etmiş, davetini sunmuş, kovulmuş ve dışlanmış olarak Mekke’ye dönmüştü. Kendi yurduna giremiyordu, şayet birinin emanı olmasa öldürülecekti. Hüzün, keder ve sıkıntı... İşte böyle bir ortamda Allah Medineliler’in kalbini İslam’a açmıştı. Onlar Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem dinlemiş, onun davetine icabet etmiş, Medine de bulunan kavimlerine İslam’ı arz etmişlerdi. Bizler için pek anlam ifade etmese de, sahabe ve Allah Rasûlü için bu çok önemli bir gelişmeydi. İslam’ın ensara ihtiyacı vardı. Allah onlara yardımcı olacak bir zümrenin gönlünü İslam’a açmıştı.
Cabir radıyallahu anh şöyle diyordu:
‘Medine de şöyle demeye başladık: ‘Ne zamana kadar Rasûlullah’ı bu hal üzere bırakacağız? O Mekke dağlarından kovulup, korku içinde mi yaşayacak?’ Bizden yetmiş insan hac mevsiminde ona gittik ve: ‘Ey Allah Rasûlü sana biat etmek istiyoruz’ dedik.’ (Ahmed, Hakim, İbni Hibban)

Bu taife, Rasûlullah’ın içinde bulunduğu sıkıntılardan rahatsız olmuşlardı. Lisanı halleri şöyle diyordu adeta: ‘Biz Medine’de rahat içerisindeyiz. Dilediğimiz gibi davet yapıyor, Rabbimiz’e kulluk ediyoruz. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve kardeşlerimiz ise bu emniyet ve rahatlıktan mahrumdur.’ İşte bu düşünce ikinci akabe beyatının gerçekleşmesine sebep oldu. Allah Rasûlü, amcası Abbas’ı yanına alarak Ensar’la sözleştiği mekana gitti.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onların biat talebine şöyle cevap vermişti:
“ ‘Bana canlılık ve tembellik halinde işitmek ve itaat etmek, darlık ve bollukta infak etmek, iyiliği emredip, kötülükten nehyetmek, Allah hakkında hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan konuşmak, bana yardımcı olmak, şayet beldenize gelirsem nefislerinizi, eşlerinizi ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumak üzere biat ediniz.’ Bizler biat etmek için ayağa kalktık. Esad b. Zurare Rasûlullah’ın elinden tuttu –o yaş olarak onların en küçüğüydü-,
- Yavaş olun ey Yesribliler! Siz biliyorsunuz ki, Allah Rasûlü'nü Mekke’den çıkarmak tüm Arapları düşman edinmek, seçkinlerinizin öldürülmesi, kılıçların size musallat olmasıdır. Eğer buna sabrederseniz ecriniz Allah’adır, korkarsanız bunu beyan edin, sizin için özür olur...
Bizler;
- Çekil önümüzden ey Esad! Biz bu beyatı bırakmayız, dedik ve Allah Rasûlü'ne biat ettik.
Abbas bir köşe de oturmuş olanları izliyordu. Allah Rasûlü'ne şöyle diyordu,
- Ben ehli Yesrib’i tanırım ama bunları tanımıyorum. Bunlar kavminden yeni –genç- olanlardır.” (Ahmed, İbni Hibban, Hakim)
Konuşmaları okuduğumuzda, ‘bu sözleri ancak kabile yönetmiş, hayat tecrübesi olan insanlar söyler’ diye düşünüyoruz. Ancak konuşan da, biat eden de, Medine’de rahatsızlık duyup Allah Rasûlü'nü sallallahu aleyhi ve sellem davet eden de gençlerdi.
Önceki yazılarımızda ısrarla altını çizmiştik. Biz gençlerinin sorun değil, ensar olduğu bir ümmetiz; biz gençlerinin cahil değil, alim olduğu; korkak değil, mücahid olduğu; içine kapanık, kendi sorunlarıyla uğraşan değil, davetçi olduğu bir ümmetiz... Biz gençleri ilaçlarla ayakta duran, yük bir ümmet değil; insanlığı kurtarmaya yeminli gençlerden müteşekkil bir ümmetiz. Bu din ne zaman ensara ihtiyaç duymuşsa hep gençler ön saflarda olmuştur.
Bu İslam için böyle olduğu gibi, cahiliye için de böyledir. Tüketen, sapıtan, eğlenen, küfrün değerlerini koruyanlar da hep gençlerdir.
Genç Kardeşim
Dün Mekke’de ‘Rabbim Allah’tır’ dediği için korkutulan, kovulan insanlar vardı. Ve Medine’de bulunan gençler, bu duruma rıza göstermedi. Yapabileceklerini yapmak için yola koyulmuşlardı.
Bugün ise; Dünya’nın doğusunda ve batısında İslam ehli kovulup korkutuluyor; bir cephede savaşan yiğitler yardım istiyor, bir başka cephede esirler... Bir cephede can ve mal güvenliği olmayan davetçiler nida ediyor; bir başka cephede kimsesiz kadın ve çocuklar... Tüm dünya parçalayıcı hayvanın avına üşüştüğü gibi İslam ehlinin üzerine üşüşmüş vaziyette. İnsanlığın öğretilerinde barış ve huzur aradığı necis Budistler dahi kinlerini kusuyor, Müslüman olarak bildikleri kavimlere... İslam’ı yaşıyor olmaları veya olmamaları hiç önemli değil onlar için... İslam’a müntesip olmaktan öte İslam’la bağı olmayanlar dahi, bu kin ve düşmanlıktan nasibini alıyor.
Yani sana ihtiyaç var, hem de hiç olmadığı kadar... Senin rahatsız olman ve silkelenmen gerek. ‘Bir sorun, bir dert de ben olmamalıyım’ diyerek... ‘Bana düşen nedir?’ bilinciyle hareket etmen gerek. ‘Tüm dünya dört bir koldan benden yardım beklerken, ben ne ile meşgulüm?’ sorusunu çokça sormalısın nefsine. ‘Hayallerimde ne var? Ben de Cabir ve o dönemin gençleri gibi; ‘Bu böyle olmaz, kardeşlerimizi ne zamana kadar bu hal üzere bırakacağız?’ diye dertlenmelisin.’
Sen de biliyorsun ki fıtrat boşluk kabul etmiyor. Temiz ve pak olanla meşgul olmayan kalpler, çirkin ve kirlenmiş olanla meşgul olmaya mahkumdur.
Yol arıyorsak yol bellidir. Allah’ın adaklarını kabul ettiği, adlarına Kur'an indiği ve Allah’tan razı olup, kendilerinden razı olunan gençler gibi olmaktır hedef. Onları bu sevgiye ulaştıran özellikleri tespit edip, bu sıfatlarla ahlaklanmaktır. Ve kendimize tekrar tekrar hatırlatmaktır.
- Onları örnek yapan Rasûlullah’ı sallallahu aleyhi ve sellem görmüş olmaları değildi. Nice namazda ayağını onun ayağına, omuzunu onun omuzuna dayayan gençler, münafık olarak helak olup gittiler. Huneyn günü kavmini kayırmakla, onlara ganimetten fazla vererek adaletsizlikle itham ettiler... Öyleyse görme, tanıma, bilme işi değildir. Bu Allah’ın subhanehu ve teâlâ kitabında Rasûl’ün sallallahu aleyhi ve sellem sünnetinde belirlediği özellikleri hayata geçirme ve bu konuda dertli olma meselesidir.
- Her genç bilmelidir ki: Allah’a adanmayan gençlik vebaldir. Ve adandığı yer hüsrandır. Gençlik hareket ve güç çağı, yerinde durmayan enerji misalidir. Allah’a yönlendirilmezse ya şeytan ya cahiliyeye –ki bu küfürdür- ya da zahiri Allah’a batını dünyaya ve masiyetlere adanan bir çağ olur ki, bu da nifaktır. (Allah muhafaza)
Bizlere örnek olan gençlerin en belirleyici özelliklerinden biri: Kur'an ile aralarında özel bir bağ olmasıydı.
Kur'an’ı en iyi okuyan kim dediğimizde, gençleri görürüz.
En meşhur hafızlar gençlerdir.
Kur'an’ın tefsirinde söz sahibi olan sahabeler;
Ebu Bekir radıyallahu anh döneminde Kur'an’ı toplayan, Osman radıyallahu anh döneminde çoğaltan;
abid olup, Kur'an’ı vird edinenler yine genç sahabilerdir.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular:
“Kur'an’ı dört kişiden okumayı talep edin: Abdullah İbni Mesud, Salim, Muaz bin. Cebel, Ubey bin. Ka’b.” (Buhari)
Kur'an hususunda o kadar ilerlemişlerdi ki, bir çok büyük sahabi(Ebu bekir, Ömer, Osman radıyallahu anhum) bu sahabelerden Kur'an okumaya teşvik edilmiştir.
Bunlardan ilki,
Abdullah İbni Mesud: Yirmi yaşlarında İslam’la tanıştı. Yaşının çok altında bir görüntüsü vardı, bedeni zayıftı.
Onunla Kur'an arasında özel bir bağ vardı. Allah Rasûlü insanları ondan Kur'an öğrenmeye teşvik ettiği gibi, kendisi de sallallahu aleyhi ve sellem ondan Kur'an dinlemeyi seviyordu.
Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh anlatıyor:
‘Allah Rasûlü bana Kur'an oku dedi. Ben ‘Sana indirildiği halde mi, sana okuyayım?’ dedim. O: ‘Onu başkasından dinlemeyi seviyorum’ dedi. Ve ben ona Nisa suresini okudum.” (Muttefekun Aleyh)
İbni Mesud Kur'an’la olan münasebetini anlatıyor:
‘Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki, Allah’ın kitabından hiçbir sure yoktur ki, ben onun nerede, kim hakkında indirildiğini bilirim. Şayet Allah’ın kelamını benden daha bilen birini bilsem ve ona ulaşmak mümkünse mutlaka ona giderdim...’ (Buhari)
Onun Kur'an hakkındaki düşüncesi, nefisini tezkiye babından söylenmiş bir söz değildi. Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem şahitliği eşliğinde söylenmişti.
Allah Rasûlü, Ebu Bekir radıyallahu anh ve Ömer’le radıyallahu anh beraberdi, Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh namaz kılıyor ve Nisa suresini okuyordu. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
“Kim Kur'an’ı indirildiği gibi okumak isterse Abdullah’ın kıraati üzere okusun.” (Ahmed, İbni Mace, Hakim)
buyurdu.
Kur'an İbni Mesud’a şu sözleri söyletmişti:
‘Kur'an’ın taşıyıcısı, insanlar uyurken geceyi ihya edişiyle, insanlar yerken gündüzü orucuyla, insanlar sevinirken hüznüyle, onlar gülerken ağlamasıyla, onlar konuşurken susmasıyla, onlar kibirlenirken huşusuyla bilinmek zorundadır...’ (İbni Kayyım, Fevaid)
Salim: Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ashaba “Kur'an’ı öğrenin” diye tavsiye ettiği bu genç; henüz ergenlik çağındaydı. Huzeyfe’nin radıyallahu anh azatlı kölesi idi...
‘Aişe radıyallahu anha bir gün hüzünlenmişti. Allah Rasûlü bu durumun sebebini sordu, ‘Şimdiye kadar duyduğum en güzel Kur'an okunmasını işitim’ dedi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Kur'an okuyanı görmek için mescide çıktı. Okuyanın Salim olduğunu görünce: “Senin gibileri ümmetimde kıldığı için Allah’a hamd olsun” buyurdu.’ (Ahmed)
Ergenlik dönemine Medine’de ulaşmış bir genç... Allah Rasûlü'nün, varlığından dolayı, Allah’a hamd ettiği bir insan... Sebep... Kur'an okuyuşu...
Kur'an’a olan bağı Salim’i öyle yüceltmiş ki Ömer radıyallahu anh vefat ederken şöyle diyecekti: ‘Şayet Ebu Ubeyde b. Cerrah veya Huzeyfe’nin azatlı kölesi Salim yaşıyor olsaydı, hilafeti ona devrederdim...’
Onca büyük sahabe yaşıyorken, Ömer radıyallahu anh gönül rahatlığıyla hilafeti bir gence devredeceğini söylüyor. Bu gencin en belirgin özelliği Kur'an’la arasında olan özel bağ.
Bu bağ öyle bir bağdır ki şehadet öncesi ona şu sözleri söyletmiştir: ‘Şayet savaştan kaçarsam, Kur'an taşıyıcıları arasında en kötü ben olayım.’ Kaçmamak için bir çukur kazdı ve onun içinde savaşıp şehit oldu. Zor bir savaştı, insanlar kaçmaya başlamıştı. Salim okuduğu, tefekkür ettiği Kur'an’ın ayetlerini hatırlamış ve Kur'an ehline kaçmanın yakışmayacağını düşünmüştü.
Muaz b. Cebel: Yirmili yaşlarda Allah Rasûlü'ne iman etmişti. O da Kur'an’la arasında özel bağ olan sahabelerdendi. Allah Rasûlü onun ilmine şahitlik etmişti. Ve bu genci ashabına “ondan Kur'an öğrenin” diye adres göstermişti.
Ciltler dolusu tefsirlerin olmadığı, kitap bir yana ayetlerin yazılacağı kağıt parçalarının altın değerinde olduğu bir dönemde yetişmişti Muaz. Ve Allah Rasûlü:
“Muaz kıyamet günü alimlerin önünde olacaktır.” (Hakim)
demişti...
Ubey b. Ka’b: Allah Rasûlü'ne iman ettiğinde henüz bekar bir gençti. Ve uzun süre evlenmedi. Allah Rasûlü'nden Kur'an dinliyor, hıfz ediyor ve yazıyordu. Kur'an’la bağı öyle kuvvetliydi ki, Allah subhanehu ve teâlâ ismini anmış ve inen ayetlerin ona okunmasını emretmişti.
Enes radıyallahu anh şöyle rivayet etti:
‘Beyyine suresinin ilk ayeti indiğinde Allah Rasûlü Ubey b. Ka’b’ı çağırdı ve: “Ey Ubey Allah bunu sana okumamı emretti” dedi. Ubey: ‘Allah benim ismimi mi zikretti?’ diye sorunca, “Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ubey ağladı.’ (Buhari, Müslim)
O radıyallahu anh Allah’ın kelamına o kadar bağlı ve bu kelamla irtibatlıydı ki Allah subhanehu ve teâlâ, Rasûlü’ne subhanehu ve teâlâ onu ismiyle zikretmiş ve inen ayetleri ona okumasına istemişti. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ona:
“ ‘Kur'an’daki en büyük ayet hangisidir?’ diye sormuş, Ubey: ‘Ayet-el’kürsi’dir’ ” diye cevap verince, onu ilmiyle tebrik etmiştir. Allah’ın anması, Rasûlü’nün ilimle tebrik etmesi... Sebebi ise Kur'an’la arasında olan bağ...
Kur'an tefsiri denince akla ilk gelen sahabi Abdullah İbni Abbas radıyallahu anh sahabenin en gençlerinden biriydi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde henüz buluğ çağındaydı. Bedir ashabının olduğu meclislerde bulunuyor, Ömer radıyallahu anh emsali sahabiler ona Kur'an ayetlerine dair sorular soruyordu. On sekizli yaşlarda tüm İslam alemine fetvalar veren, Kur'an ayetlerine dair soruları cevaplayan bir gençti. Kur'an’ın tercümanı, ümmetin mürekkebi, alimi lakaplarıyla anılan Kur'an talebesi...
Allah Rasûlü onu bağrına basmış ve:
“Allah’ım ona kitabı öğret.” (Buhari, Müslim)
diye dua etmişti.
Ömer radıyallahu anh onu Bedir ashabından yaşlıların olduğu meclislere yanında götürürdü. Bazıları bundan rahatsız olmuştu: ‘Sen bu genci bizim meclislerimize getiriyorsun. Bizim onun yaşında çocuklarımız var’ demeye başladılar. Ömer radıyallahu anh o mecliste bulunanlara: “Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman...” (Nasr suresi) ayetlerini sordu. Verdikleri cevapları dinledikten sonra İbni Abbas’a radıyallahu anh: ‘Sen bu ayet hakkında ne diyorsun?’ diye sordu. İbni Abbas: ‘Fetih: Mekke’nin fethidir; “Rabbi’ni hamd ile tesbih et” ayeti ise Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ecelini haber vermişti. Ömer radıyallahu anh: ‘Ben de senin bildiğinden başkasını bilmiyorum.’ (Buhari) demişti.
Kur'an’ı toplayan sonra çoğalmasında görevli olan Zeyd b. Sabit ashabın genç olanlarındandı. Ebu Bekir radıyallahu anh ona bu görevi verirken şu hakikati dillendirmişti: ‘Sen genç ve akıllı bir adamsın, Allah Rasûlü'ne vahiy katipliği yaptın. Kur'an ayetlerini bir araya topla.’ (Buhari)
O gençlerden biri de Abdullah İbni Ömer’di. Nafi’ye, onun evdeki hali soruldu: ‘Siz onun yaptığına güç yetiremezsiniz. Her vakit için abdest alır ve iki namaz arasında sürekli Kur'an okurdu.’ (İbn-u Sa’d)
Bu örnekler yeter sanırım... Bu gençlerin Kur'an’la okuma, anlama ve tefsir yönünden çok kuvveti bir bağları vardı ve onları asırlara örnek yapan özelliklerden biri de buydu.
Çünkü;
“And olsun ki size içinde sizin zikriniz olan (size şan ve şeref olacak), bir kitap indirdik, akletmez misiniz?” (21/Enbiya, 10)
Bu kitap Allah’ın kelamıdır. İnsanı yaratanın en iyi bildiği ve tanıdığı varlığa yol göstermesidir. Onu hakkıyla okuyanlar, içinde kendilerini bulurlar. ‘Hayır nedir?’, ‘Hayrın önündeki engeller nelerdir?’, ‘İnsanda olup da, insanı kulluktan alıkoyan özellikler nelerdir?’, ‘Bu olumsuz yönler nasıl terbiye edilir?’... İnsanın Allah’a kulluk yapabilmesi için gerekli olan her şey bu kitaptadır. Bu kitapta insan vardır. Onunla alakalı, ona dair her şey.
Çünkü;
“Şüphesiz, bu Kur'an, en doğru yola iletir ve salih amellerde bulunan mü'minlere, onlar için gerçekten büyük bir ecir olduğunu müjde verir.” (17/İsra, 9)
Bu Kur'an en doğru olana iletir. Örnek almak isteyen muttakilere imam, salihlere göz aydınlığı olacak nesiller bu kitapla yetişir. Zorlu dönemlerde en donanımlı, hayırda öncü kadrolar bu kitapla arasında bağ olanlardan olur. Bu “en doğru” belli bir zamanla kayıtlı değildir. Onlarca asır sonra gelenler dahi bu “en doğru yola iletilmiş” insanlarla hayat bulur, onların yol göstericiliği ve örnekliğiyle mücadele ederler.
Çünkü;
“Bu bir kitaptır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik.” (14/İbrahim, 1)
Bu kitap onları karanlıktan çıkarmıştı. Kendileri aydınlanınca insanlarda aydınlık ve yol gösterici oldular. Onların yaşında insanlar klinik vakalar olarak kendilerine, çevrelerine, aile ve arkadaşlarına dünyayı zindan(karanlık) ederken, onlar bu kitapla nur olup ışık saçtılar çevrelerine.
Çünkü;
“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve müminler için bir hidayet ve rahmet geldi.” (10/Yunus, 57)
Onlar insanı hayırdan alıkoyan tüm olumsuzlukların dermanını, bu kitapta buldular. Bu kitap onlara öğüttü. Unuttuklarında, daldıklarında Rabb’lerinin rahmeti, asilere tehdidi onlara öğüt olup, onları tevbeyle Rabb’lerine yönlendiriyordu. Kalpte oluşan ve sahibini helak eden kibir, öfke, kin, riya, zan ve Allah’tan başka varlıklara gönül bağlama sıkıntısının şifasını bu kitapta buluyorlardı. Onlar da insandı... Kibre kapılıp öfkelenebiliyorlardı. Ancak onların en samimi dostu olan mushafa bakınca; insanın basitliği, Allah’ın yüceliği, insanın Allah’a muhtaç oluşu gibi ayetler onları durduruyordu. Yeme, içme, insanlarla gereksiz beraberlik, çok konuşma gibi kalbi öldüren ve kalpte hastalıklar meydana getiren günlük yaşamın şifası Kur'an’dı.
Rahmetin enginliğini bu kitapta buldular. Gençlik hata dönemidir. Muhakemenin zayıf, duyguların aktif, tecrübenin az olduğu bir kesittir hayattan. Hatalar... Hatalar... Kulları incitme, masiyetle Allah’ın gazabını çekme dönemidir. Onlar bu kitapta birçok gencin helak olduğu noktada hayat buldular. Şeytanın gençlere en tehlikeli oyunu, önce soldan sonra sağdan yanaşmasıdır. Önce günaha düşürür. Sonra sağdan yanaşıp ‘Sen ne biçim insansın, her defasında aynı şeyleri yapıyor, Allah’a isyan ediyorsun, çocuk oyuncağı mı bu?’ diye Allah’a karşı su-i zan oluşturur. Ve Allah’ın rahmet ettikleri müstesna birçok genç bu noktada helak olur.
Örnek gençler bu kitapta rahmetin derinliklerini hissettiler. Onların hata ve günahı ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın rahmetinden fazla olamazdı. Ve onlar Allah’ın, hidayetin sahibi olduğunu; O hidayet ettikten sonra hiçbir şeyin kula zarar verip saptıramayacağını bu kitapta bulmuşlardı. Öyleyse dua, yalvarma, fakr ve zillet içinde Allah’tan hidayet istemeli, hidayetin kaynağı olan bu kitaba dört elle sarılmalıydı.
Genç Kardeşim
Doğal olarak zihninde şu soru belirebilir:
‘Kur'an’ın bu sıfatlara sahip olduğuna yakinen inanıyoruz. Rabbi'miz öyle diyorsa muhakkak doğrudur. Ayrıca Kur'an’ın bu sıfatlarıyla terbiye ettiği bir nesil var. Çocuğu, genci, yaşlısıyla kökten değişmiş ve ideal toplum seviyesine ulaşmış binlerce insan...
Ancak bugün de Kur'an okunuyor, meal-tefsir çalışmaları yapılıyor. Müslümanların evlerinde, işyerlerinde, arabalarında sürekli Kur'an dinleniyor. Güzel sesli kariler arasında, İbni Abbas veya Muaz b. Cebel gibi asırlara örnek ve şahitlik edecek gençlere rastlamıyoruz.’
Bu haklı sorunun cevabı yine Kur'an’da mevcuttur. Kur'an her okuyanı, her dinleyeni değiştirip, ıslah etmez. Onun, onu okuyanla ilişkisi kayıtlıdır.
“Elif, Lam, Mim. Bu öyle bir kitaptır ki, onda hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri için bir hidayettir.” (2/Bakara, 1-2)
Daha Kur'an’ın girişinde Allah subhanehu ve teâlâ bu hakikate dikkat çekiyor. Allah’tan korkmayan, O’ndan sakınmayan, bu bilinçle Kur'an’ı eline almayanlara Kur'an hidayet olmaz. Şifa, öğür, rahmet olarak etki etmez.
“Sen ancak Kur'an’a tabi olan ve gayb da(kimsenin görmediği onda) Allah’tan korkanları uyarırsın.” (36/Yasin, 11)
Allah’tan korkmayan, gözlerin ondan uzaklaştığı anda Rabbi'ne karşı gönlünde bir şey hissetmeyene Kur'an’ın uyarıcı olması, onu çekip dönüştürmesi muhaldir. Hatta sakınmak için değilde başka nedenlerle Kur'an’a yaklaşanlara Kur'an sadece zarardır. İleride zikredeceğimiz gibi güzel okumak, insanlar tarafından beğenilmek, onunla cedel yapıp insanlara üstünlük sağlamak niyetiyle yaklaşanların hastalıklarını arttırır. Hastalıkla başlayan süreç, küfür üzere ölmeye kadar varabilir.
“Bir sûre indirildiğinde onlardan bazısı: ‘Bu, hanginizin imanını arttırdı?’ der. Ancak iman edenlere gelince; onların imanını arttırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler. Kalplerinde hastalık olanların ise, iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip-arttırmış ve onlar kafir kimseler olarak ölmüşlerdir.” (9/Tevbe, 124-125)
Anlıyoruz ki mesele Kur'an’ı okumak değil, ona yaklaşım tarzı, bakış açısıdır. Kimileri bu Kur'an’ı okudukça yükseldiler. Öyle ki onların isimleri ya Kur'an olup semadan indi ya da Kur'an’ın anıldığı her yerde onlarda anıldılar, yazımızda örnek verdiğimiz bir çok genç sahabi bunlardan birkaçıydı. Kimiyse bu Kur'an’la helak oldu. Okudukça kalbinde bulunan hastalıklar arttı ve küfürle ölüm gibi dünya ve ahiret hüsranına düçar oldular. Allah muhafaza...
Şu ayet üzerine düşünelim:
“Şayet Biz bu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. İşte biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz.” (59/Haşr, 21)
Ayetin son cümlesi dikkat çekicidir. Verilen misal insanlar düşünsün diyedir. Kıyas yapıp, paylarına düşen mesajı almaları gerekir. Şayet aklı olmayan bir dağ dahi Kur'an’ın ayetleri üzerine inse bu hale girecekse, Kur'an’ın en direk muhatabı olan ve akılla yaratılmış insan nasıl olmalıdır? Allah böyle bir hassasiyetle Kur'an’a muhatap olunmasını istiyor. Onda kendini arayan, azap ayetlerine kendi suretini yerleştirip kalbi parçalanan, rahmet ayetlerinde ‘Rabbi'm ben layık olamasam da lütuf ve kereminle, ihsan ve fazlınla beni merhamete eriştir’ diye yalvaran insanlar... Ayetleri hakkıyla tilavet eden, ahiretten sakınan, Rabbi'nin rahmetini uman okuyucular... Bu ayetle insana anlatılmak istenen işte budur. Sakınarak, hassasiyetle Kur'an’ı okuyun. İşte o zaman dağları parçalayacak bu Kur'an, sizleri dönüştürecek, karanlıklardan çıkarıp aydınlatacak, sapkınlarda size hidayet olacak, günahların oluşturduğu hastalıklar şifa ve öğüt olup, Rabbin rahmetine kavuşturacak.
Kur'an Okuma Adabı
Yukarıda zikredilen hakikatten yola çıkılarak, İslam alimleri Kur'an okuyanın, ondan istifade edebilmesi için bazı hususlar zikretmişlerdir. Bunlar kitap ve sünnetten, Kur'an’ın üzerlerine etkisi tartışmasız olan selef-i salihinin Kur'an okuma şekillerinden derlenmiştir. (Dipnot: Tafsilat için bakınız: Gazali/İhya-ı Ulumuddin, Kur'an Okuma Adabı; Suyuti, İtkan fi Ulum el-Kur'an; 35. Nev, Onu Okuma ve Okuyanın Adabı; İmam Nevevi, Tibyan; Bu konuda Pınar yayınlarından çıkan ‘Kur'an’ı Anlamaya Giriş ve Yol Haritamız Kur'an’ kitabından istifade edilebilir)
1. Hazırlık yapmak
İnsanın bir şeye hazırlanması ona verdiği önemi gösterir. Sevilen, sayılan bir varlığın huzuruna hiçbir hazırlık yapmadan girmeyiz. Allah’ın subhanehu ve teâlâ kelamını okumak, O’nunla konuşmak, O’nun kelamına muhatap olmaktır. Bunun için hazırlık Kur'an sevgisini ve değerini kalpte arttırır. Bunlar;
- Zihni hazırlık: Kütüphaneden çekilip alınan sıradan bir kitap gibi olmamalı Kur'an okumamız. Veya herhangi bir yerinden okunmaya başlanan ve vakit öldürdüğümüz bir roman... Dağlara inse onu parçalayacak ve Allah’ın kelamı olan bir kitabı okumaya başladığımıza zihnen bir hazırlık yapmalıyız. Ameller kalpte ve zihinlerde oluşan tasavvurlara bağlıdır.
- Abdest almak: Kur'an abdestsiz okunabilir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem okumuş, ashabına okutmuştur. Ancak bu tercih edilip eftal olan değildir, caiz olduğunun beyanı için yapılmıştır. Allah Rasûlü'ne sallallahu aleyhi ve sellem:
“Ben Allah’ı temizlik üzere zikretmekten hoşlanırım.”
buyurmuştur. Kur'an zikirlerin en efdalidir. Onun kendini etkilemesini ve terbiye etmesini isteyen insanın, ona abdestle yaklaşması ruhi olarak hazırlık yerine geçecektir.
- Uygun bir zaman ve mekan seçmek: Kur'an her vakitte okunabilir. Okunmalıdır da. Cahiliye ehli ellerinde telefonlar her ortamda müzik, video vb. fuhşiyatla meşgul olduğu gibi, Müslüman da Rabbi'nin kelamıyla meşgul olmalıdır. Her hâlükârda okuyan ecrini ve kalbinin gıdasını alacaktır. Bununla beraber ayetleri hissetme, tedebbür, gözden ve sesten kalbe yol açmak için uygun bir ortam gereklidir. Temiz, düzenli, ses olmayan bir ortam ve zihnin duru olduğu bir zaman... Kur'an ilk nesli terbiye ederken ‘gece okuyuşuna’ dikkat çekmiştir.
“Doğrusu gece neşesi (gece ibadeti, insanın iç dünyasında uyandırdığı) etki bakımından daha etkili, söyleyiş olarak daha sağlamdır. Zira gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var.” (73/Müzzemmil, 6-7)
“Daha etkili”, “söyleyiş olarak daha sağlamdır”. Bunun zıddı gündüz okumasıdır. Onun içinde “gündüz vakti, sana uzun bir meşguliyet var” buyurulmuştur. Elbette efdal olan geceyi Kur'an okuyarak geçirmektir. Buna imkan bulunmazsa gündüzün uygun bir zamanı tercih edilmelidir.
- Beden temizliği: Özellikle ağız temizliğine dikkat etmek. Ali radıyallahu anh Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem şöyle rivayet etmiştir:
“Ağızlarınız Kur'an’a giden yollardır. Onu misvakla temizleyiniz.” (Dipnot: Bu hadisi İbni Mace ve İmam Beyhaki Şuabu’l-İman’da rivayet etmişlerdir. Allah Rasûlü'nden sallallahu aleyhi ve sellem nakledildiği gibi (merfu), Ali’den radıyallahu anh sözü olarak da nakledilmiştir (mevkuf))
2. Başlarken istiaze ve Besmele’ye riayet etmek
“Öyleyse Kur'an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” (16/Nahl, 98)
Genç Kardeşim
Sen Kur'an’ı seni terbiye etmesi için okuduğunu unutmamalısın. Senin yaşlarında bir nesli ihya ve inşa etmiş, tarihe örnek olarak miras bırakmıştır. Kur'an insanı iki adımda terbiye ve ıslah eder:
a. Düşünmek ve hayata bakış açısı kazandırmak için ‘kavramlar’ belirler. Onunla ıslah olmak isteyenlerin hayatına kavramlar yerleştirir. Müslüman yaşadığı toplumun değer ve kavramları ile değil, Kur'an’ın kavramlarıyla düşünüp, konuşmaya başlar. Örneğin: Toplum herkesin memnun olduğu, ilişkilerinde güvenilir insanları ‘adam gibi adam’ veya ‘düzgün insan’ diyerek tanımlar. İdeal ahlak ve yaşantı toplumda budur. İslam ‘salih Müslüman’, ‘müstakim insan’ vb. kavramlarıyla bunu ifade eder.
b. Kavramların içini doldurur... Yaşanmış hadiseler, tarihi olaylar, emirler ve nehiyler, olması gereken vasıflar üzerinden Müslümanın dil ve zihin dünyasına kazandırdığı kavramları doldurur.
Kur'an’ı Rabbi'ne adanmak için okuyan gençlerimiz bu iki noktaya dikkat etmelidir. Kur'an dil ile konuşup, onun kavramlarıyla düşünme... Çünkü amel tasavvura tabidir. Doğru düşünemeyen, doğru bir noktadan kendine ve varlığa bakamayanlar salih amel yapamazlar. Kavramlar gözlük gibidir. Güneş gözlüğü takan bir insan dünyayı gözlüğün renginden görür. Kavramlar da böyledir.
Şeytan, Kur'an’ı tahrif edemez. Önceki kitaplara musallat olduğu gibi ayetlerle oynayamaz. Onları silip yerine kendi ayetlerini koyamaz. Bu kitap Allah tarafından korunmuştur.
İnsanı saptırmaya yeminli ve işinde mahir olan bu varlık, Kur'an’ın yanlış anlaşılması için elinden geleni yapar. Onu mushafta tahrif edemese de, insan zihninde tahrif etmeye çalışır. Bundan dolayı, onun şerrinden Allah’a sığınmalı ve ‘Besmele’ ile başlamalıyız... Allah’ın adıyla. O’nun subhanehu ve teâlâ adı ki:
“O’nunla beraber yerde ve gökte hiçbir şey zarar vermez.” (Ebu Davud, Tirmizi)
Bu gerçek Kur'an’la sonradan tanışmış insanlar için özellikle dikkat edilmesi gereken bir husustur. Cahiliyenin tasavvur ve önyargılarıyla, kavram ve kalıplarıyla harap olmuş bir insanın Kur'an’ı, Allah’ın muradı üzere anlaması çok zordur. O Rabbi'nin kelamını okurken, şeytan ona yaklaşacak ve cahili kavramları zihninde canlandıracaktır. Bu durum çok tehlikeli olduğuve çoğu insanı saptırdığı için Allah Kur'an okurken şeytanın şerrinden Allah’a sığınmayı emretmiş, her surenin başına ‘kendi adını’ koyarak, kulu kendinden yardım alarak başlamaya irşad etmiştir.
3. Kur'an’ı belli periyodlarla ve ağır ağır okumak
Düzen ve süreklilik kulluğun esaslarındandır. Herhangi bir ibadetin şer’i ve manevi faydalarını elde etmek isteyen kişi, onda süreklilik göstermeli, sebat etmelidir.
İnsanın Kur'an’a karşı soğukluğu, onu düzenli okuyamaması selefin korktuğu meselelerdendi. Çünkü bunu ‘Allah’ın kuldan yüz çevirmesinin alameti, kendini ve kendini hatırlatacak şeyleri kula unutturması’ olarak görüyorlardı.
Kalpte Kur'an’a dair sevgi ve iştiyakın olmaması, Kur'an’dan sıkılmak onlar için nifak alametiydi.
- Tertil üzere okumak: Kur'an okumaktan gaye, okumuş olmak değildir. Onu anlama, hissetme insanın hayatına müdahale etmesini sağlamaktır. Bunun için okuma şekli kitap ve sünnet tarafından belirlenmiştir.
“Kur'an’ı tertil üzere oku.” (73/Müzzemmil, 4)
Tertil etmek: Düzenli, hakkını vererek, tane tane okumak demektir.
Allah Rasûlü ve sahabe Kur'an’ı bu şekilde okudular. Kur'an’ı tertil etmeyen, tane tane okuma ilkesine uymayanları uyardılar.
Ümmü Seleme radıyallahu anh: Rasûlullah’ın Kur'an okuyuşunu: ‘Tefsir edilmiş bir kıraatti, harf harf okurdu’ (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi) şeklinde vasfetmiştir.
Yani harf harf okurdu ki, onu dinleyen tefsir ediyor gibi anlardı Kur'an’ı...
Enes’e radıyallahu anh Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem kıraati soruldu: ‘Allah Rasûlü uzatarak okurdu. ‘Allah’ lafzını uzatır, ‘Rahman’ lafzını uzatır, ‘Rahim’ lafzını uzatırdı.’ (Buhari)
Abdullah İbni Abbas radıyallahu anh Kur'an’ı hızlı okuyan bir adama: ‘Onu öyle okumalısın ki, kulağın onu dinlesin, kalbin onu anlayıp ezberlesin.’ (Zadu’l-Mead) dedi.
Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh: ‘Kur'an’ı şiir okur gibi okumayınız. Onun acayip ayetlerinde durunuz, onunla kalplerinizi harekete geçiriniz, düşünceniz bir an önce surenin sonuna ulaşma olmasın.’ (İbni Ebi Şeybe)
Kur'an’ın okuma şekli ve düzenli olmasının anlama ve hayata müdahale yönünden etkisi tartışılmazdır. Bundan dolayı okuma esnasında ağlamak, hüzünlü bir ses tonuyla okumak, bunları yapamadığımız takdirde sesimize bu hali vermek tavsiye edilmiştir. Çünkü insanın zahiri hali, batıni haline etki eder. Zahiren aldığı hal belli bir süre sonra iç dünyasına yansır. Ağır ağır, ağlama ve hüzün olan bir ses tonuyla okuma. (Dipnot: Bu yalnız olunan ve kimsenin şahit olmadığı haller için geçerlidir. Aksi halde amellerin en şerlisi olan riyaya kapı açılır)
Hadiste: “Kur'an okurken ağlayınız, ağlayamazsanız dahi ağlar gibi yapınız.” (İbni Mace)
buyurulmuştur.
4. Düşünmek ve anlamak
Kur'an’ı düşünmek, ayetler üzerinde tefekkür ve onu anlamaya/idrak/fehm/şuur/akletmeye çalışmak farzdır. Kur'an bunun için indirilmiştir. Cahiliyenin, din tüccarlarının insanları saptırmada;
İlk kaidesi: ‘Bu Kur'an’ı biz anlayamayız’dır.
İkinci kaideleri: ‘Falanca çok daldığı için delirdi’
şeklindedir. Bu cahili zihniyetten ve sahiplerinden Allah’a sığınırız. Kur'an onu düşünmeye ve anlamaya davet ettiği gibi bunu yapmayanları ağır bir dille kınamış, çirkin sıfatlarla zikretmiştir.
“Öyle olmasa, Kur'an'ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa birtakım kalpler üzerinde kilitler mi vurulmuş?” (47/Muhammed, 24)
“(Bu Kur'an) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (38/Sad, 29)
“Andolsun Biz Kur'an'ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (54/Kamer, 17)
Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem okuması böyleydi. O ayetleri düşünür, tüm benliğinde hissederdi. Rahmet ayetlerinde durur ve ister, azap ayetlerinde Allah’a sığınırdı. Gözlerinden yaşlar boşalır, sinesinde tencere kaynıyormuş gibi uğultular işitilirdi. Bir ayetin üzerinde durur defalarca tekrar ederdi.
Bunlar hep düşünme ve anlamaya bağlı şeylerdir. Onu düşündükçe kalp Kur'an’a açılır, kulak, göz, ağız, duygular adeta ayetlerin içine yerleşir.
Seleften kimi, Kur'an’ı okurken kalbini hazır hissetmezse okuduğu ayeti tekrar okurdu, onu hissedinceye dek. (İhya)
Burada dikkat çekmek istediğim bir nokta şudur: İmam Gazali rahimehullah Kur'an okumanın batıni edeplerini sayarken:
Kur'an’ı anlamaya engel durumları atmak’ şeklinde başlık açar. Bu başlık altında, günümüzde de ciddi problem olan bir noktaya değinir: ‘Kişinin kalbinin, harflerin mahreçlerine yönelmesi ve onunla meşgul olmasıdır.’
Birçok insan Kur'an’ı güzel okumak, sesini güzelleştirmek, onunla insanların beğenisini kazanmak için harcadığı enerjiyi onu anlamaya, düşünmeye, yaşamaya harcasa Kur'an’la ihya olacaktır. Farklı farklı okuyan kariler, ilginç makamlar insanlara cazip geliyor. Bu şeytanın Allah’a verdiği sözün bir gerçeğidir. “Onlara söyleyeceğim” yani hiçbir şeyin özünü, hakikatini talep etmeyecekler. Süs mahiyetinde olan zahire takılacaklar. Kur'an’ın özü olan anlama ve yaşamayı değil, güzel sese önem verecekler. Namazın özü olan huşu, namaz da Allah’ın huzurunda hissetme, kalbin ve zihnin okunanda toplanmasıyla değil de, huşuluymuş gibi boyun bükme, nizami hareketler kısmıyla ilgilenecekler.
Maalesef, bu durum zahiri olarak görülüyor.
Tavsiyemiz; bu hususta dikkatli olunması ve Kur'an gibi insanı ihya ve eşrefi mahlukat kılmak için inen bir kitabı, insanı riya ve nifak bataklığına sürükleyen bir kitap haline getirilmemesidir.
5. Yaşanmak için okumak ve kendini ayetlere muhatap görmek
Sahabe Kur'an’ı bu niyetle öğrenip, bu niyetle okumuştu. Bu niyet onlarda iman ve salih amelin oluşmasına sebep olmuştu.
Tabiinden Abdurrahman bin Sullem: ‘Bize Kur'an okutanlardan Osman radıyallahu anh ve Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh gibiler haber verdi ki: ‘Biz Allah Rasûlü'nden on ayet öğrendiğimizde, ondaki ilmi ve ameli öğrenmeden yeni ayetler öğrenmedik. Böylece Kur'an’ı ilmi ve ameli bir arada öğrendik.’ ’ (Taberi)
Abdullah İbni Mesud radıyallahu anh: ‘Biz Kur'an’dan öğrendiğimiz on ayeti hayatımıza geçirmeden yenisini öğrenmezdik. Kur'an insanlar onunla amel etsin diye indirilmiştir. İlk nesil onuna amel etmek için onu okudu, siz ise baştan sona okuyorsunuz ama onunla ameli terk ediyorsunuz.’ (İhya)
Kur'an’ı okuyan kendini ona muhatap görmelidir. Emirleri üzerine alınmalı, Allah’ın nehiyleri onun şahsına yöneliyormuş gibi hissetmelidir. Ancak bu surette Kur'an’la bütünlük sağlayabilir.
Gençliğini Allah’a Adamaya Talip Genç Kardeşim
Bu Kur'an ve onunla oluşan özel bağ senin yaşındaki gençleri tarih sahnesine çıkardı. Onların her biri Kur'an’ın ehliydiler. Bu Kur'an’ın nesil yetiştirmek için var olan sıfatları (nur, hidayet, şifa, rahmet, öğüt) bakidir. Kur'an var olduğu müddetçe var olacaktır.
Aynı niyet, aynı üslup, aynı adapla ona yaklaşanlar, aynı etkiyi hissedecektir. Kur'an’ın ceplerde, evlerde, ezberde, elektronik aletlerde olması insanı ıslah etmez. Hatta kalbindeki hastalıkları attırıp onu helak edebilir.
Kendine belirli bir sure belirleyip bu adaplara riayet ederek Kur'an okumalısın. Etkilerini gördükçe Kur'an senin için ‘olmazsa olmaz’ azıklar arasında yerini alacaktır. Kur'an’a adabıyla yaklaştıkça, Kur'an kendini açıp insanın hayatına müdahil olmaya başlar. İnsanı hayra teşvik edip, kötülükten alıkoyar. Masiyetin sıcaklığı bedeni kapladığında, adabıyla okunan bir Kur'an ayeti bir tablo misali göz bebeklerini doldurur. Nefis tembelliğe meyledip, hayırdan kaçınca Allah’ın rızasının kullarını karşılaması, genişliği yerler ve gökler misali cennetler insanı taate çeker. Kur'an hayata müdahil olup, kalpleri rıza-i ilahi yönünde harekete geçirdikçe, kulda ona karşı iştiyak oluşur. Onu sorumluluk duygusuyla okuyup, onunla ihya olmaya çalışan insan, gönülden gelerek okumaya başlar. Sorumluluk duygusu yerini lezzete bırakır.
Osman bin. Affan radıyallahu anh: ‘Sizlerin kalbi temiz olmuş olsa, Kur'an’a doyamazdınız’ demiştir.
Seleften Sabin el-Bennani: ‘Yirmi yıl Kur'an okurken zorlandım, sonrasında yirmi yıl onunla nimetlendim (lezzet alarak okudum).’
Allah subhanehu ve teâlâ bizleri bu kitabın güzelliklerine muvaffak kılsın. Kalplerimizi kelamıyla diriltsin, Allahümme amin.
Selam ve Dua ile Ebu Hanzala

---------------------------------------------------------------------------------------------------

Allah’a Adanmış Gençlikler – 5

 
Bizleri cehalet bataklığından kurtarıp, faydalı ilimle hidayet eden Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd olsun. Salat ve selam öğrenen ve öğretenlerin en hayırlısı olan Muhammed Mustafa’ya sallallahu aleyhi ve sellem, onun pak aline, ashabına ve etbaına olsun. Yeryüzünde hiçbir hayır yoktur ki temelinde faydalı ilim ve ilmi pratiğe aktaran irade olmasın. Ve yine hiçbir şer yoktur ki temelinde cehalet ve heva (iradesizlik) olmasın...
Rabbi’ne Adanmaya Talip Olan Genç Kardeşim
İnsanın en belirgin özelliklerinden biri meraktır. İnsana ‘öğreten’ Allah subhanehu ve teâlâ, öğrenmenin sebebini merak kılmıştır. Ve her insana, insanı hayra sevk eden faydalı bilgiyi elde edeceği kadar merak duygusu yerleştirmiştir. Önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz gibi insanın konumunu belirleyen, fıtri duygularının durumudur. Allah subhanehu ve teâlâ her insanda fıtri olan bazı duygular yaratmış ve bu duyguları yönlendiren, çatı görevi gören ‘fücur ve takvayı’ (Dipnot: “Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). (91/Şems, 7-8)) insanın benliğine yerleştirmiştir. Kim fıtri duygularını fücur ile yönlendirirse hayatını şeytana adayıp, onun hizbinden olur. Kim de fıtri duygularını takva ile yönlendirirse hayatını Rahman’a subhanehu ve teâlâ adamış ve O’nun hizbinden olmuş olur. Buna birçok örnek verebiliriz. Önceki yazılarımızda işlediğimiz ve hayrın etkeni olan muhabbeti ele alacak olursak; sevmek fıtri bir duygudur. Her insanda mevcuttur. Bu sevgiyi yönlendiren ve anlamlı kılan veya anlamsızlaştıran ise fıtratlara ilham edilmiş ‘takva ve fücurdur’... Rabbi'nin sayısız nimetlerini düşünen, tüm eksiklik ve kusuruna rağmen bu nimetleri kesmediğini gören, sevgisini Rabbi'ne yönlendirecektir. Fıtri olan bu duygu ona dünya ve ahiret saadeti olarak geri dönecektir. Sürekli dünyayı düşünen, Kur'an’ın deyimiyle “gözünü dünya süsüne diken”, dünya ehlinin zahiri imkanlarına hayranlık duyan; kalbini dünya sevgisiyle öldürecek, dünya ve ahiret hüsranının temeli olan ‘vehen’ hastalığına yakalanacaktır...Dipnot1 İki ayrı sonuç... İki ayrı dünya ve iki ayrı ukba... İkisinin de temelinde sevgi vardır...

Korku da bunun gibidir. Rabbi'nin azametini, O’nun azabını, mücrimlerden intikam alışını hatırında tutup, tefekkür eden insan öncekilere ve sonrakilere vasiyet edilen, Dipnot2 en hayırlı azık ve en hayırlı elbise ve korunak olan takvayı elde eder. Dipnot3
‘Ne yiyeceğim, hayatımı nasıl idame ettireceğim, tağutların bunca gücü ve imkanı karşısında ne yapabilirim, zindan, gözaltı, hicret ve cihad... Bunlar başıma gelirse geride kalanlar ne olur?’ Bu duygularla yaşayan, bunları hayal eden sureti erkek olsa da, ‘Hunsa’ olanlarla oturup kalkar. Bu korkular da insanı esfeli safiline düşürür. İnsanı korkusu; takdir edilmiş olandan onu koruyamayacağı gibi, zilletin utancın da düçar eder...
İki ayrı dünya, iki ayrı ukba... İkisinin de temelinde korku vardır.
İlmin kaynağı olan merak da bunlar gibidir. ‘Ben ne için yaratıldım?’, ‘Rabbi'm benden ne istiyor?’, ‘Bana bunca nimet verip, şerefli bir insan kılan, kainatta olan her şeyi bana musahhar eyleyen Rabbi'me nasıl teşekkür edebilirim?’, ‘O’nun rızası ve sevgisi nerede, kimlerledir, nasıl elde edilir?’ Bu soruların cevabını merak edenin, fıtratında var olan merakı bu soruların cevabına yönlendirenin ulaşacağı netice malumdur ya da sadece gördüklerini merak eden merak insanlar... Tağutların, insanları oyalamak ve yaratılış gayelerini unutturmak için oluşturdukları sanal dünyayla merak duygusunu tatmin edenler...
Bunun için tağutların her dönemde insanların merak duygusunu sömürdüğünü görürsün. Çünkü merak duygusuyla baş başa kalan insandan korkarlar. Sorulması gerekenleri sormaya başlayan her insan, onlar ve saltanatları için tehlikelidir. Görmez misin Firavun’un sihirbazlarını. Onlara tanınan imkanlar, onlara tashih edilen mekanlar ve günler... Neydi bu sihirbazların işi? İnsanları eğlendirmek mi, merak duygularını sömürüp faydasız olana yönlendirmek mi?
Mekke’ye gelene dek hiçbir şey değişmedi. İnsanlara nesep ve soylarını anlatan ‘soy bilimciler’, şiirler okuyan ‘şairler’, atalarının kahramanlıklarını anlatan ‘kassaslar’, Bizans ve Pers’in hikayelerini terceme edip halka sunan ‘Nadir bin Harisler’...
Şu an değişen nedir? Peş peşe piyasaya sürülen hayal ürünü ‘romanlar’, yıllarca insanları ekrana hapseden ‘diziler’, denize atılsa ‘çok suyu’ necis kılarak insanların hayatlarını boca eden ‘magazin programları’, çocuklarımızı henüz ilk adımda yalana ve hayalciliğe hapis eden ‘çizgiler’... Yetişkinlere, hayvanlaşıp bilakis hayvandan da aşağı olduklarını unutturan ‘belgeseller’...
Allah Rasûlü'nün bir ismi de ‘el-Mahi’ idi. O sallallahu aleyhi ve sellem küfrü ve ehlini yeryüzünden silmekle gönderilmişti. Cahiliyeyi çok iyi tanıyordu. Onun insanlar üzerinde saltanat kurduğu alanları, insanlarda sömürdüğü fıtri duyguları tespit etmiş ve sabırla işe koyulmuştu. Onları faydalı ilme yönlendirmeliydi. İpotek altına alınmış ve onları hiçleştiren merak duygularıyla işe başladı. Mekke’nin en zorlu dönemlerinde ‘Erkam’ın evini’ medreseye çevirdi. Orada ashabına Allah’ın ayetlerini okuyup, onları cahiliyenin kirinden arındırıyordu. Medine’ye gelir gelmez ilk iş olarak mescid kurmuştu. Allah’ın ayetlerini okuyup, onları arındırmaya devam etti. Çok kısa zamanda öyle alimler yetişmişti ki, on dört asırdır tükenmeyen bir ilmi miras bıraktılar geride. Kıyamete kadar tüm insanlar da o mirastan faydalanacaktır.
Evet, Genç Kardeşim
Bir nesil... Okuma-yazma bilmeyen ümmi bir ümmet... Nasıl bu kadar kısa sürede terbiye olmuş, hiçlik halinden hidayet imamları mertebesine yükselmişlerdi? Bunun tek cevabı, fıtri duygularını hayra yönlendiren, fıtri terbiye metoduyla onları yetiştiren bir muallime sallallahu aleyhi ve sellem sahip olmalarıydı.
Bu girişten sonra asli mevzumuza dönmenin zamanı geldi. Bizler gençliğin menfi yönlerinden kurtulup, Allah’a subhanehu ve teâlâ adanmak istiyoruz. Ve bu konuda başarılı olmuş, adakları Allah tarafından kabul edilmiş yiğitler var önümüzde. Onların sıfatlarıyla süslendikçe aynı neticeyi elde edeceğimize yakinen inanıyoruz. Onların Rabbi olan Allah subhanehu ve teâlâ, bizlerin de Rabbi'dir... Rahmeti, lütfu, ve keremiyle onlara açtığı hazinelerini bizlere de açacaktır. Öyleyse onların özelliklerini aktarmaya devam edelim;
4. Şer’i ilimlerle meşgul olmaları
Allah Rasûlü'nün hadislerini ümmet için hıfz eden Ebu Hureyre’ye radıyallahu anh bakmaz mısın? İmam Zehebi’nin deyimiyle ‘Ebu Hureyre’nin harikulade hıfzı Nübüvvet mucizelerindendir’... Allah Rasûlü'nün son dönemlerine yetişmişti. Üç veya dört yılını onunla geçirdi. Ondan çok daha uzun süre Allah Rasûlü'yle sallallahu aleyhi ve sellem beraber olan İbni Ömer radıyallahu anh, ona gıpta ediyordu. ‘Sen aramızda Allah Rasûlü'yle en çok beraber olan ve hadislerini en iyi bilenimizsin’... Ebu Hureyre durumunu şöyle anlatıyordu: ‘Sizler: ‘Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor, Ensar ve Muhacir neden bu kadar hadis rivayet etmiyor’ diyorsunuz. Muhacir kardeşlerimizi çarşıda ticaret, Ensar kardeşlerimizi ise bağ-bahçede çalışma meşgul etti. Ben ise suffa ashabının fakirlerindendim. Karın tokluğuna Allah Rasûlü'ne mulazamat ediyordum. Onların kaçırdıklarına şahit oluyor, unuttuklarını hıfz ediyordum.’ (Buhari, Müslim)
Bu meşguliyet onu hadis ilminin hamisi kıldı. Kur'an’dan sonra ikinci kaynak olan sünnet onunla anılır oldu. Allah subhanehu ve teâlâ ‘eş-Şekur’ olarak onun hadise olan merakını mükafatlandırdı. Onun radıyallahu anh üç yılda harcadığı emek, kıyamete dek müminlerin kalbinde sevgi olarak nakşedildi.
Bir gün Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ona sormuştu: “ ‘Sen de arkadaşlarının istediği gibi şu ganimet mallarından istemez misin?’, ben dedim ki: ‘Ben senden Allah’ın sana öğrettiklerinden bana öğretmeni istiyorum.’ ” (Hılyetul Evliya)
Ebu Hureyre’nin ganimetten bir şey istememesi zengin oluşundan değildir. Bilakis o ashabın en fakirlerindendi. ‘Ben Aişe radıyallahu anha, evi ve Rasûl’ün minberi arasında açlıktan düşer bayılırdım. Oradan geçenler göğsüme otururdu (onun sara hastalığına yakalanmış ve nöbet geçirdiğini düşünerek). Ben: ‘Zannettiğiniz gibi değil, bu halim açlıktandır’ derdim.’ (Buhari)
Buna rağmen dünyadan bir şey istemiyor, Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem hadislerini anlamaya ve hıfz etmeye çalışıyordu.
O gün onunla beraber olan suffa ashabının hepsi bu durumdaydı. Kalacak evleri, düzenli yiyecekleri olmayan gençlerdi. Mescidde yaşıyorlardı. Ashabın mescide bıraktığı hurmalardan yiyor, su içiyorlardı.
Kur'an’ın mahdumu Abdullah İbni Abbas sahabe içerisinde en genç olanlardandı. Ona fetva soranların, onun yaşında ve ondan daha büyük çocukları vardı. Allah Rasûlü'yle sallallahu aleyhi ve sellem geçirdiği süre üç yılı geçmemişti. Ancak ümmetin ittifakıyla o Kur'an’ın tercümanı, ümmetin alimiydi. Allah Rasûlü'nün vefatı onu ilimden soğutmamıştı. Gündüzlerini Allah Rasûlü'nün yanında geçiriyordu. Geceleri merak etmeye başlamıştı. ‘Acaba Allah Rasûlü evine çekildiğinde ne yapıyordu?’. Meymune annemiz radıyallahu anha onun teyzesiydi. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Meymune annemizin evinde kaldığı bir gece, o da evde gecelemişti:
‘Teyzem Meymune’nin evinde geceledim. Allah Rasûlü helaya girdi, kapının önüne su bıraktım. “Kim bunu bıraktı?” diye sordu. Haber verilince, ona:
- “Allah’ım onu dininde fakih kıl”
- “Allah’ım ona kitabı ve hikmeti öğret” (bir rivayetle)
- “Allah’ım ona tevili öğret ve dininde fakih kıl” (başka bir rivayetle)
- “Allah’ım ona hikmeti ver” (Buhari, Müslim, Sünen Sahipleri)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem vefat edince sahabeye yöneldi. Tüm merakını Allah’ın ayetlerine hasr etti.
‘Allah Rasûlü vefat edince, Ensardan bir arkadaşıma: ‘Gel Allah Rasûlü'nün ashabına sorular soralım, onlar bugün çokturlar’ dedim. Arkadaşım: ‘Çok tuhafsın, insanların arasında bunca sahabe varken, sana mı ihtiyaç duyacaklar’ dedi.
O benimle gelmedi, ben ise bu işe yöneldim. Bir insanın hadis bildiğini duyunca hemen ona gidiyordum, o uyuyorsa kapısının önüne ridamı serip oturuyordum, rüzgar üzerime toprak atıyordu. Soru sormak istediğim beni böyle görünce ‘Keşke bana haber etseydin de ben gelseydim, sana Ey Allah Rasûlü'nün amcaoğlu’ diyordu. Ben: ‘Sana gelmesi ve soru sorması gereken benim’ diyordum.
O arkadaşım insanların soru sormak için başıma toplandığını görünce: ‘Bu genç benden çok daha akıllıymış’ dedi.’ (Hakim, Siyer A’lam En-Nubela)
Biri Kur'an, biri de hadis ilminde imam iki sahabeyi örnek verdim. Şunu belirtmeliyim ki, sahabenin fakih ve alimlerinin hepsi gençti... Aişe annemiz, Muaz bin Cebel, Enes, Abdullah İbni Mesud, Abdullah İbni Ömer, Abdullah bin Amr bin As, Ubey bin Ka’b, Ali, Zeyd bin Sabit radıyallahu anhum ve diğerleri...
Yaş ortalaması yirmi ile otuz arasında olan bu gençler sahabe döneminin ilmini bizlere taşıdılar.
Genç Kardeşim
Durup düşünmenin, muhasebe yapıp karar almanın zamanı gelmedi mi? Bugün genç bir bacımız neden Aişe annemiz gibi olmasın? Ümmetin sorunlarına çözüm üretmesin? Acaba Aişe annemizi fakihe kılan neydi? Mucizevi özellikleri mi vardı? Yoksa bu ilim üzere mi doğmuştu? Hiç biri... Merak etmişti... Dinini, dininin öğretilerini, sünnetini... Ne ciltler dolusu kitap, ne de tek tuşla binlerce malumatı önüne koyan teknolojiye sahipti...
Veya gençlerimiz neden Abdullah İbni Abbas misali müfessir, Ebu Hureyre misali muhaddis olmasın ki? Bu sadece onlara özel bir durum değildi?
İmam Malik rahimehullah imam diye anıldığında, Şafii rahimehullah fetva makamına oturup fetva verdiğinde, Ebu Hanife rahimehullah insanlar fıkıhta ona muhtaç olduğunda (Şafii sözü) Ahmed b. Hanbel sünnet imamı olduğunda yaşı kaçtı?
Tabiin fakihleri, henüz sahabe yaşarken alim oldukları kabul gören, sahabeye rağmen kendilerine soru sorulan, Dehhak, İkrime, Ata, Mesruk, Alkame, Said bin Museyyeb, Sa’d bin Cubeyr ve diğerleri... Her biri genç yaşlarında tanınmış ve ilim ehli olmuşlardı.
Ünü dünyaya yayılan Abdullah İbni Mübarek yirmi yaşındaydı... Rebi’ bin Enes’ten ilim almak için hapse girmeyi göze almıştı.
Dünyayı ilmiyle ve hıfzıyla mest eden Buhari, henüz genç bir delikanlıydı. İshak bin Rahuveyh ona işaret ederek: ‘Şu gençten hadis yazın, vallahi o Hasan-ı Basri döneminde yaşasa yine insanlar ona ihtiyaç duyardı’ diyordu.
Onlar sahabi misali dinlerini merak edip ona vakit ayırmıştı. Allah subhanehu ve teâlâ sahabeyi mazhar kıldığı lütfu onlara da nasip etmişti. Senin onlardan bu anlamda hiçbir farkın yoktur. Allah subhanehu ve teâlâ adildir, O kullarının cehdini zayi etmez. O’nun dinini öğrenip neşretmeye gençliğini adayan kim olursa, onu yardım ve hidayetiyle destekler.
Genç Kardeşim
Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem ‘selamını’ almak, onun ‘merhabası’na muhatap olmak istemez misin? O sallallahu aleyhi ve sellem sadece kendi yanında olup ilimle iştigal edenlere mi değer veriyordu sanıyorsun? İlim talebesi olan herkesin iltifatına ve ilgisine mazhar olacağını ashabına bildirmek için şöyle diyordu:
“Size ilim talep eden topluluklar gelecek. Onları görünce: ‘Merhaba size, Allah Rasûlü'nün vasiyeti olarak’ deyin ve onlara öğretin.” (İbni Mace)
Unutma! Gençlik duyguların en keskin olduğu dönemdir. Hangi fıtri duygu bu dönemde hayra yönlendirilirse, insanı ihya eder. Bizden öncekiler merak duygularını kitaba ve sünnete yönlendirince ortaya bu güzide misaller çıktı.
Allah subhanehu ve teâlâ eş-Şekur olandır. Bu sıfatın gereği olarak kullarından şükür ehlini sever, nankör olanlara buğz eder. Bizler çok büyük nimetler içerisindeyiz ve her nimet kendine yakışır şükür ister. Kalemin, defterin olmadığı, bizlerin bir saatte kat ettiğimiz mesafenin aylar süren yolculuklarla kat edildiği dönemler oldu. İnsanlar bir hadis için bir aylık mesafe yol gittiler.
Cabir b. Abdullah: ‘Allah Rasûlü'nün sahabelerinden birinin bir hadis bildiğini duydum. Bir binek satın aldım ve yola koyuldum. Bir ay boyunca yolculuk yaptım. Ve Şam’a vardım...’ (Buhari, Muallak olarak Ahmed)
Tabiinden Ata bin Ebi Reban anlatıyor: ‘Ebu Eyyub el-Ensari Mısır’a Ukbe bin Amir’e gitti. Onun bir hadis işittiğini duymuştu...’ (Ahmed)
Ebu Hureyre’nin radıyallahu anh ilim talebi için çektiklerini yazmıştık. Allah Rasûlü'nden sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis işitmek için onu terk edemiyor, aç bir şekilde onunla beraber bulunuyordu. Çoğu zaman açlıktan düşüp bayılıyordu.
Ashabı Suffa’nın hali bundan farklı değildi. Yiyecek bulsalar, giyecekleri olmuyor; onu bulsalar, yiyecek bulamıyorlardı.
Ya biz! İçinde yirmi dört saat sıcak su, üç öğün yemek, sıcak yatak olan medreselere, valizlere sığdıramadığımız giyeceklere, yıl içerisinde birkaç defa yapılan tatillere, ciltler dolusu kitaplar, bilgisayarlar, kayıt aletlerine sahibiz. Bir hadis değil, yüzbinlerce hadise oturduğumuz yerden ulaşabileceğimiz bir genişlikteyiz.
Bu nimetler şükür istemez mi? Daha çok çalışmak, ilme daha fazla yönelmek gerekmez mi? Şimdi şöyle bir düşünelim:
Üç yıldır İslam'la tanışmış ve hidayet nimetine ermiş bir genci ele alalım.
Her gün yarım saatini verip iki ayet ezberlemiş olsa ve yarım saatini ezber yaptığı yerin tefsir ve anlamına verse... Günlük bir saatlik bir çalışma... Yaklaşık on cüz ezberlemiş olacaktır. Hem de tefsir ve mealiyle birlikte. Ya da günlük yarım saat vakit ayırıp iki hadis ezberlemiş olsa, bu süre zarfında yaklaşık iki bin iki yüz hadis ezberlemiş olacak. Bu miktar nerdeyse Buhari’nin ve Müslim’in zübdesine(tekrarlardan arınmış) tekabül ediyor.
Veya her gün yarım saatini ayırıp bir fıkıh meselesini anlamaya ve hıfz etmeye çalışsa neredeyse bin yüz fıkıh meselesi yapar.
Örnekleri çoğaltabiliriz. Herhangi bir ilim dalı seçip, ona dair bir kitaptan yaklaşık on sayfa okusa, on binlerce sayfa yapar. Bir kitabın ortalama üç yüz sayfa olduğu düşünülse, günlük yarım saatle yaklaşık otuz kitabı okumuş olacak.
Boşa geçen yıllar... Bir hakikat varsa o da şudur. Bizim hesabını yapıp değerlendirdiğimiz ve boşa geçen her saatin kıyamet gününde hesabı sorulacaktır. Allah Rasûlü:
“Dünya içindekilerle beraber lanetlenmiştir. Bunun istisnası Allah’ın zikri, alim ve öğrenendir.” (Tirmizi, İbni Mace)
Allah’a Adanmaya Talip Kardeşim
Kaç yarım saatler ‘heba’ olup gitti... Amel defterine dünyanın ‘lanetlenmiş’ zamanları olarak yazıldı. Kaç yarım saat bizi dinde ‘fakih’ yapacakken, bizim gevşekliğimiz nedeniyle ‘pişmanlık’ olarak yazıldı amel hanemize... Dün ve geçen yıllar elimizden çıkmış olsa da yarınımız yeni yılların başlangıcı olabilir. Bunca imkan arasında nankör olmamak lazım. Okuma-yazma bilmeyen, gece-gündüz çalışmak zorunda olan biri dahi dinini öğrenebilir. İlim hazinesi sayılacak kadar ders, küçük bir alete sığdırılıp, cepte taşınabilir. Günlük olarak bir dersi güzelce dinleyen, onu fıkh eden kısa bir süre içerisinde ne denli ilim tahsil edeceğini düşündün mü?
Yolun başında oturmuş bir şeytan var!
‘Ya hep ya hiç’ mantığıyla sürekli bizleri alıkoyuyor. İlim talep etmek ayrı, dinde alim olmak ayrı şeylerdir. Hepimiz alim olamayabiliriz, ancak hepimiz ilim talep etmek zorundayız. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem:
“İlim talep etmek her Müslüman erkek ve bayan üzerine farzdır” buyurmuştur.
İslam’ın ilimde ölçüsü ‘çok bilmek’ değildir. Malumatın çokluğuyla, ilim arasında bağlantı yoktur. İlim, amelle bağlantılıdır. Her insan bildiğiyle amel ettiği oranda, dininde alim olur.
Yeryüzünün en seçkin alimleri bu dini böyle öğrendiler. ‘Ya hep ya hiç’ mantığıyla hareket etmediler. On ayet öğreniyorlardı, onu iyice belleyip içindekilerle amel edince, yeni bir on ayet daha öğreniyorlardı... Malumatları az ve özdü, ancak usulünce talep ettikleri ilim onları dinde fakih kılmıştı.
İbni Ömer Bakara suresini sekiz yılda talim etmişti. Onlar Bakara ve A’li İmran’ı okumuş olanlara farklı gözle bakıyor, ona değer veriyorlardı... Bugün birçok insanın avamlık ölçüsü saydığı malumat, onları hidayet imamları kılmıştı.
Aralarında imkan bulamayanlar mutlaka bir yol buluyorlardı. Hiçbir şey onları dinlerini öğrenmekten alıkoymuyordu. Ömer radıyallahu anh çalışmak zorundaydı. Ancak o çalışmayı vardiyaya, gececi olmayı, yorgunluğa asla bahane etmemişti. Dininde sadıklardan oluşu, onu çözüm bulmaya sevk etmişti. Ensar’dan olan bir komşusuyla anlaşmıştı. Bir gün Ömer radıyallahu anh çalışıyor, komşusu mescide gidip Allah Rasûlü'nü sallallahu aleyhi ve sellem dinliyordu. Akşam Ömer’e radıyallahu anh öğrendiklerini anlatıyordu. Bir sonraki gün nöbeti Ömer radıyallahu anh devralıyor alıyor, akşam arkadaşını bilgilendiriyordu. (Buhari)
Allah Rasûlü'nün başka kavimlere din öğretmeleri için seçtiği ‘alimler’ ya da ‘kariler’in hayatı ilginçtir. Enes radıyallahu anh onları şöyle vasfetmiştir: ‘Gece olunca bir araya toplanır Kur'an’ı ders yaparlardı. Sabah olunca kimi su işi yapar, kimi odun toplayıp satar, kimi de hayvanlarıyla uğraşırdı. Bunları satar suffa ehline yiyecek alırlardı. Medine’ye bir grup geldi ve Allah Rasûlü'nden kendilerine kitabı ve sünneti öğretecek hocalar yollamasını talep etti. Allah Rasûlü yetmiş sahabeyi onlarla gönderdi... Gidecekleri yere ulaşmadan yolda şehit edildiler...’ (İbn-u Sa’d Tabakat)
Bu kıssaları tefekkür eden görecektir ki onları alim yapan vaktin çokluğu, imkanların genişliği değildir.... İhlas ve sıdkla ilim talep edip, öğrendikleriyle amel etmeleridir.
İslami Çalışmalar Büyük Nimettir
Sahada var olan cemaatlerin çalışmaları gençler için büyük nimettir. Haftalık veya günlük ders programları ilim talep etmek için fırsattır. Allah’ın subhanehu ve teâlâ rahmet ettikleri müstesna insanlar bu nimetin kıymetini bilmiyorlar. ‘Ya hep ya hiç’ mantığına kurban olmuş, acelecilikle malul nefisler, haftada bir dersle ‘ilim adamı’ mı olur diye, bu çalışmalara burun kıvırıyorlar. Yakinen inanıyorum ki, sahabe gibi ihlas ve sıdkla bu çalışmalara iştirak edenler dinlerinde fakih birer ilim talebesi olabilirler. Bu çalışmalarda olan hayır ve bereket kolay bulunacak cinsten değildir. Şeytanın mahrum bırakmasına müsaade etmeyelim. Amacı dinini öğrenmek olan her genç, bu derslerde ihtiyacını bulabilir. Daha fazlasını talep eden, kendinde bu azmi bulanlar ise, Allah’a tevekkül edip uzmanlaşma yoluna adım atabilir.
Bu ortamlarda bulunmak dahi başlı başına rahmettir. Bu ortamların tek hayrı şu hadislerde anlatılan olsa, gençlerimizin dört elle sarılması için yeterlidir.
“Herhangi bir cemaat Allah’ın evlerinden birinde toplanıp, Allah’ın kitabını okur ve onu ders yaparlarsa kendi aralarında, muhakkak onların üzerine sekinet iner, onları rahmet kuşatır, melekler etraflarını sarar ve Allah onları kendi katında anar.” (Buhari)
Bu hadiste zikredilen faziletler Allah’ın kitabını öğrendiğimiz bir ders için geçerlidir.
“Kim benim mescidime sadece bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelirse, o Allah yolunda cihad eden makamındadır...” (İbni Mace, Hakim)
Ebu Derda radıyallahu anh ilim talep etmek için yanına gelen birini, Allah Rasûlü'nden duyduğu şu hadisle müjdelemişti:
“Kim ilim talep için bir yola girerse, Allah ona cennete bir yol kılar, melekler ilim talebesine/talep ettiğine razı olduklarından dolayı kanatlarını onun ayakları altına serer, alime sudaki balıklar dahil, yer ve gök ehli istiğfarda bulunur. Alimin ibadet ehline fazileti; Ay’ın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Alimler Peygamberlerin varisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem bırakmadılar, ilim bıraktılar. Kim o mirası alırsa büyük bir pay almıştır.” (Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi)
Dini öğrenmek için yola koyulan, bunun için akade edilmiş meclislere yönelen her Müslüman bu müjdenin ehlidir. Bu meclisleri küçümsememek gerekir.
Evet, Genç Kardeşim
İlme karşı soğukluk ve rağbetsizlik, ona muvaffak olamama çok tehlikelidir. Bu Allah’ın insandan yüz çevirdiğinin ve onu hayırdan mahrum bıraktığının alametidir.
Ebu Hureyre Allah Rasûlü'nden sallallahu aleyhi ve sellem:
“Allah kimin için hayır dilerse, onu dinde fakih/anlayış sahibi kılar...” (Buhari)
Selef bunu anladığı için çok hassas davranıyor ve ‘Allah’ın bir kavimden yüz çevirmesinin alameti, onlara tartışma ve cedel kapısını açıp, amel kapısını kapamasıdır’ diyorlardı. İlimle iştigal etmeyenin merakı, onu helak eder. Ya kendini ilgilendirmeyen meselelerde konuşur veya insanların hayatlarını merak eder. Yani söz, amel, düşüncesiyle ‘kendinden yüz çevrilmesi gereken’ boş/lağv insanlardan olur.
Rabbi'm bizleri kendileri için hayır dilediği kullarından eylesin. Bizleri lağv/boş olmaktan muhafaza etsin. Tüm fıtri duygularımızı O’na subhanehu ve teâlâ yönlendirmeye muvaffak kılsın.
Selam ve Dua ile Ebu Hanzala...
______________________________
1. " ‘Yiyicilerin, bir yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?’, sahabe: ‘Yâ Rasûlullah! Bizim o zaman sayımız az mı olacak?" diye sorduğunda, Efendimiz: ‘Tam aksine, sayınız çok olacak; ama kalbinizde vehen bulunacak’ buyuruyor. ‘Vehen nedir ey Allah'ın Rasûlü?’ diye sorulduğunda, ‘Ölümü kerih görmeniz ve dünyayı sevmeniz.’ " (Ebu Davud, Melâhim, 5; Müsned, 2/359; 5/278)
2. “Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Andolsun, Biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: ‘Allah'tan korkup-sakının’ diye tavsiye ettik. Eğer inkara saparsanız, şüphesiz, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, hamde layık olandır.” (4/Nisa, 131)
3. “...Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır.” (2/Bakara, 197) – “Ey Ademoğulları, biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size 'süs kazandıracak bir giyim' indirdik (var ettik). Takva ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır.” (7/A’raf, 26)
------------------------------------------------------------------------------------------------
 

Allah’a Adanmış Gençlikler – 6

 
Bizleri İslam’a hidayet eden, bundan sonra İslami bir hareket içerisinde bulunmayla şereflendiren, İslam’a ve Müslümanlara hizmetkarlıkla bizi ödüllendiren Rabbimize hamd olsun. Salat ve selam, salah ve takvanın güzide örneği Rasûlullah’a, ashabına, pak aline ve etbaının üzerine olsun.
Genç Kardeşim!
Şu an bu yazıyı okuyor olmakla ne kadar bahtiyar olduğunu düşündün mü? Elinde tutmuş olduğun dergi için Rabbine subhanehu ve teâlâ hamd ediyor musun? Şu an sende milyarlarca insan gibi ellerinde gökleri çatlatacak Allah’ın engin rahmetine rağmen gazaba geldiği bir şeyler tutuyor olabilirdin!
İşte bu nimet üzerinde durup, konuşacağımız kadar bu nimeti bulamayan ya da bulup elinin tersi ile iten yığınlar hakkında da konuşmalıyız. Bunlara yönelik sorumluluğumuz nedir? Bize bahşedilen bu nimetin şükrünü nasıl eda edebiliriz? Bu soruların cevabını ararken bir neticeye ulaşmıştık. Şerrin ve batılın insanları her yönden kuşatıp, ifsad ettiği bu zamanda şükrümüz; hayır ve hakkın insanlara ulaşması için mücadele etmektir... Gününün belli saatlerini bu işe vermekle bir yerlere varılmayacağı hepimizin kabulüdür. Şerrin insanların yirmi dört saatini kuşattığı bir zamanda ancak her şeyini İslam’a adamış, hareketi hizmet durgunluğu harekete hazırlık olan insanlara ihtiyaç vardır... Düşün ki; bir kanalizasyon akıyor ve bizler o suyun içinde bulunan bir cisme dışarıdan su dökerek temizlemeye çalışıyoruz. Bugün bizimle, çevremizdeki insanların durumu bundan farklı değildir. Bizlerin dava adına yaptıkları belli saatlerle sınırlı olursa, yaptığımız hizmet pisliğin içinde bulunan cisimlere su dökmekten öteye geçmez. Bu temizlenmek istenileni temizlemeyeceği gibi, elimizde var olan temiz suyu da tüketmemize neden olur.
Yıllar içerisinde bunun oluşturacağı bıkkınlık ve umutsuzluğu da unutmamak gerekir. Bizlere hidayet şükrünü eda etmek üzere Allah’a adanmış, her şeyiyle İslam’a hizmet edecek insanlar lazımdır. Yaş, güç ve hareket olarak buna gençlerden daha müsait kimse yoktur. Bu teorik olarak tartışılmayacak bir gerçek olduğu gibi, tarihin ve vakıanın da binlerce örnekle tasdik ettiği şeydir.

Her Müslüman gücü nispetince İslam’a hizmet etmek zorundadır. Kimi malıyla, kimi duasıyla, kimi ilmiyle, kimi sabrıyla, bir diğeri yürünecek yolları temizlemekle... Bununla beraber her şeyiyle ama her şeyiyle İslam’a hizmet edecek bir grup olmalıdır Müslümanların arasında. Hizmetin ve mücadelenin asıl, bunun dışında kalan her şeyin fer olduğu bilinciyle hareket eden bir grup...
Bize örnek olan ve adanmışlıkları Allah tarafından kabul edilen genç sahabiler böyleydi. Onlar her an emir bekleyen ve atacakları her adımı alabilecekleri emirlere göre hesaplayan insanlardı. Hiçbir şey onları görevden ve sorumluluktan alıkoymuyordu. Davet yapılacağı zaman rıfk ve hikmet timsali oluyor, cihad nidası Bilal’in radıyallahu anh gür sesiyle yankılandığında, cehennemî bir öfke kuşanıp ölüme koşuyorlardı. Geri döndüklerinde mescidde edebin ve tevazunun süsüyle Rasûlullah’ın sallallahu aleyhi ve sellem etrafında halka oluyorlardı. Düşmanları onlar için ‘Gündüzün süvarileri, gecenin rahipleri’ diyorlardı. Öyle ya süvari ibadet etmez, rahip savaşa çıkmazdı. O gençler, o güne dek bilinen tüm ölçüleri yerle bir etmişlerdi. Çünkü bu isme ve role hapsetmişlerdi kendilerini. Adanmışlardı... Ne isteniyorsa onu yapıyor, yapılması gerekeni en güzel şekilde yerine getiriyorlardı.
Bugün adanmaya talip olanlarımıza yolu hazırlayıp, kolaylaşırdılar. Deneme-yanılma yoruculuğundan kurtardılar bizleri. Bize düşen onların adanmışlığını doğru okuyup, doğru tespitlerde bulunmaktır. Onlarda bulunan her özellik, Allah’a adanmanın esasıdır. Onların özelliklerinden biri:
Salih Bir Çevrede Bulunuyorlardı
İnsan yaşadığı ortamın renklerini üzerinde taşır. İslam’ın bireyden ziyade çevre ve ortamın ıslahına önem vermesi bundandır. İnsan, birey olarak su gibidir. Onu koruyan, güzellik/çirkinliğini belirleyen içinde bulunduğu kaptır. Yaşadığımız toplum, bizleri kuşatan kap gibidir. Bireyin salih olması yeterli değildir. Kabının da salih olması gereklidir.
Allah’a adanan ve adakları kabul edilmiş örneklerimiz salih bir ortamda yaşıyorlardı. Evlerinde, günlük işlerinde, mescidlerinde hep salah vardı. Onlar da insandı. Şehvetleri ve onları cezbeden dünyalıklar onların hayatında da mevcuttu. Ancak yaşadıkları ortam onların sabit kalmasını ve nefsani arzularını dizginlemelerine yardımcı oluyordu. İnsan her ortamda yaşayamaz. Yaşaması için çevrede belli özellikler bulunması gerekir. Kulluğun temeli olan kalplerin hayatı da böyledir. Kalpler ancak salih ortamda hayat bulur. Salahın azığı olan iman ve salih amelin nuru, sadece salih ortamda bulunur.
İnsan çöplükte yaşayamayacağı gibi, kalpler de salih olmayan ortamda yaşayamaz. Yaşadığı farz edilse dahi insanı Rabbinden alıkoyan hastalıklarla yaşar.
Allah’a subhanehu ve teâlâ gençliğimizi adamadan önce, adanmışlar topluluğunu bulmalıyız. Kendimize örnek alabileceğimiz, dünya ve süsü bizi çektiğinde tutunabileceğimiz salih bir çevre...
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Salih arkadaşla kötü arkadaşın misali misk taşıyıcısı ile demirci körükçüsünün misali gibidir. Misk taşıyan ya sana ondan verir veya sen satın alırsın ya da güzel kokmasından istifade edersin. Ateşi körükleyense ya elbiseni yakar veya ondan kötü koku alırsın.” (Muttefekun Aleyh)
Salih ortam böyledir, insan hiçbir şey yapmadan ondan istifade edebilir. Sen hiçbir çaba harcamadan o sana kendinden verir. Manevi olarak ruhun dinginliğe kavuşur. Kalbinde Allah’a subhanehu ve teâlâ ve O’nun yanında olanlara rağbet artar. Sebebini anlayamadığın bir sevgi ve irade fırtınası eser kurak gönlünde. Veya sen çabalarsın, örnek alırsın, taklit edersin. Böylece güzel kokuyu satın alan gibi olursun. Elde ettiğin hayır senin çabanla olur. İki durumdan biri gerçekleşmese dahi zarar etmezsin. Salih ortamın kokusuna aşina olursun. Elinde ölçü olur. Bugün olmasa bile bir başka gün salihlerle fasıkları ayırt edersin. Bu da ondan sana güzel bir koku sinmesidir.
Ateş körükleyen ise bunun zıddıdır. Her halükarda sana zarar verir, elindekiyle elbiseni yakar. Rabbinin azabıyla senin aranda perde olan takva libasın yırtılır. Yaptıklarını yapsan onlarla aynı olur, sussan dilsiz şeytan olursun. En basit haliyle kokusu siner, haramlara karşı alışkanlık ve kanıksama olur sende. Artık haramlar yüzünü ekşitmez.
İnsanın istikamet üzere olması için iki şart vardır. Biri insanın kendiyle alakalıdır. Gönülden istikamet üzere olmayı arzulamalı ve çaba sarfetmelidir. İkincisi müstakim bir ortamda salihlerle beraber olmalıdır. Bireysel salah başlangıç için yeterlidir. Ancak sebat ve istikrar için ortam şarttır. Temiz yağmur ancak uygun zeminde nebat bitirir. Su damlası yeterli değildir. Salih bir Müslüman takvasıyla temiz bir yağmur damlası gibidir. Düştüğü yerde istikrar bulup kök salması ve faydalı bir ağaca dönüşmesi için uygun zemin şarttır. Bu da salih ortamdan başkası değildir.
Bu noktanın daha iyi anlaşılması için, şeytanın tasarruflarına bakmamız yeterlidir. Şeytan insanı yalnız bırakmak için elinden geleni yapar. Saptırmak istediği insanın salih ortamın içinden ayrılması için her hileye başvurur. Salih ortam Müslümanın korunağıdır. Müslüman tökezleyip şeytana ve masiyetlere karşı zayıfladığında ortamdan güç alır.
İbni Ömer radıyallahu anh Allah Rasûlü’nden sallallahu aleyhi ve sellem şöyle rivayet etti:
“Rasûlullah, Kişinin evde veya yolculukta yalnız olmasını yasakladı.” (İmam Ahmed)
Başka bir hadiste:
“İnsanlar yalnızlığın tehlikesine dair benim bildiklerimi bilselerdi, hiç kimse tek başına yolculuk yapmazdı.” (Buhari, İmam Ahmed)
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem yalnızlığın her türlüsünü yasaklamıştır. Ve bunun şeytandan olduğunu özellikle vurgulamıştır.
Ebu Salabe el-Huşan:
“Allah Rasûlü dinlenmek için durduğunda sahabe vadilerde dağılırdı. Ayağa kalktı ve şöyle dedi: ‘Sizin vadilerde bu şekilde dağılmanız şeytandandır.’ ” (Ebu Davud)
Ömer radıyallahu anh hutbede Allah Rasûlü'nden sallallahu aleyhi ve sellem:
“...Cemaatle beraber olunuz. Ayrılıktan sakınınız. Çünkü şeytan tek olanla beraberdir. İki kişiden ise daha uzaktır.”
“...Allah’ın eli cemaatle beraberdir. Çünkü şeytan cemaatten ayrılanla beraber koşturur/hareket eder...” (Nesai)
Günümüzde Salih Ortam/Cemaat
Genç Kardeşim
İman ettikten sonra asıl mesele sebat etmek ve iman üzere son nefesi vermektir. Bu da ancak iman üzere yaşayan topluluklar içinde bulunarak olur. Günümüzde salih ortam; sahih akide ve menhec üzere olan cemaatlerdir. Müslümanın insi ve cinni şeytanlara kaşı en sağlam korunağıdır cemaat. Yolculukta, gece evde yalnızlığı yasaklayan bir din, bütün bir hayatını yalnız geçirmene müsaade edebilir mi?
Bizler hayatımızı en küçük biriminden(aile/ev), en genişine(devlet) kadar İslamileştirmekle mükellefiz. Her Müslümanın Allah’ın subhanehu ve teâlâ şeriatıyla yöneten bir emire tabi olması farzdır. Bugün devlet bazında bir İslam Emirliği mevcut değildir. Her Müslümana farz, olan gücü nispetinde bunun oluşmasına katkıda bulunmaktır. Yalnız olan insan, günlük sorumluluklarında dahi gevşeklik gösteriyorken, böyle büyük bir sorumluluğun altından nasıl kalkabilir?
Bugün ortadan kaldırılan sadece İslam Emirliği değildir. Onun temeli ve devamı olan kitap ve sünnet de ortadan kaldırılmıştır. Bizden önce yaşayan nesillerle bizim sorumluluğumuzu karıştırmamalısın. Onlar belli zamanlarda ıslah faaliyetinde bulunuyorlardı. Temelleri ve katları sağlam bir binanın dış ve iç cephesinde tadilat yapıyorlardı. Bazı değerler bozulsa da temel ve bina sağlam bir şekilde yerinde duruyordu.
Bugün durum çok farklıdır. İslam binası temelleriyle beraber yerinden sökülmüş, yıkıma uğramıştır. Yerine adı ‘İslam’, kendi her şeyiyle ‘cahiliye’ olan yeni bir bina inşa edilmiştir. Bu öylesine şerli bir yapıdır ki, Adem’den aleyhisselam günümüze cahiliyenin tüm tecrübesi bu binaya aktarılmıştır. Adına ‘İslam’ dendiği için milyarlar, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem dini diye Ebu Cehil’in, Firavun’un ve Nemrud’un yoluna tabi olmuştur.
Yani Genç Kardeşim!
Bizler sadece tadilat yapmakla değil, yıkım yapmakla işe başlamalıyız. Zemini cahiliyeden arındırıp, İslami temeller üzerine yeniden inşa etmeliyiz. Sen de kabul edersin ki yüzyıllardır bu işi sürdürenler, buna müsaade etmeyecektir. Bundan daha kötüsü ise İslam’la tanıştırıp, asli dinlerine kavuşmaları için çaba sarfettiklerimizin buna karşı çıkmasıdır. Yüzyılların kandırılmışlık ve cahilliğiyle şirke ve cahiliyeye İslam adına sahip çıkacaklardır.
Amacım seni ürkütmek ve sorumluluğunu gözünde büyütmek değildir. Amacım gerçekçi olmak ve bu sorumluluğun ancak salih bir ortamla/cemaat/İslami hareketle beraber omuzlanabileceğini ifade etmektir. Bundan dolayıdır ki, Allah ve Rasûlü her fırsatta cemaate irşad etmiş, yalnızlık ve ayrılıktan/fırkalaşmak sakındırmışlardır. Gerek bireyin gerekse toplumun istikameti için cemaat ve birlik şarttır.
“Hepiniz topluca Allah’ın ipine sarılın, parçalanmayın...” (3/Ali İmran, 103)
“Cemaatle beraber olunuz, ayrılıktan sakınınız...” (İmam Tirmizi)
Bir tarafta İslamın ısrarla vurguladığı ‘cemaat’ ve ‘biz’ anlayışı; öte yanda cahiliyenin aşıladığı ‘bölünme’ ve ‘ben’!!!
İslam’ın cemaat noktasında hassas olduğu kadar, cahiliye ise insanları yalnızlaştırıp, tekleştirme konusunda hassastır.
Cahiliye ürünü olan eğitim, sinema ve yazılı yayınlar sürekli bireyciliğe vurgu yaparlar. Kendi kararları, kendi çıkarları, kendine özel dünyaları olan insan toplulukları yetiştirmek istiyorlar. Bunun tek nedeni insi şeytanların insanı, cinni şeytanlara av haline getirme isteğidir. Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem her anlamdaki yalnızlığı yasaklaması bundandır.
Evet Genç Kardeşim!
Allah’a subhanehu ve teâlâ adanmak istiyorsak uygun zemini bulmalıyız. Elimizdeki en büyük nimet olan gençliği kaybetmeden buna zemin olan İslami hareket içerisinde yerimizi almalıyız.
Bu zordur.. Çünkü insan özgür olmayı ve dilediği gibi hareket etmeyi ister. Kayıt altına alınmak istemediğinden Rabbine dahi isyan eder. Kuralsız ve değersiz yaşamak ister. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın subhanehu ve teâlâ azameti dahi insanların çoğunu bu hastalıktan alıkoymaz.
Cemaat/İslami hareket demek, insanın kendi içinde yaşamayı terk etmesidir. Ortak bir hedef için kendine verilen sorumluluğa sahip çıkmasıdır. Adanmanın ilk adımıdır. İnsi ve cinni şeytanların baskısına göğüs germektir. Cahiliye bireyden korkmaz. Bireyin güç ve enerjisinin içinde anlam kazandığı cemaatten ve birlikten korkar. Mekke müşriklerinin benzer şeyleri söylemelerine rağmen, Haniflere karışmayıp Allah Rasûlü'ne ve sahabeye Mekke’yi dar etmesi bundandı. Aynı şeyleri topluca söylüyor, söylediklerinin etrafında kenetleniyorlardı. Bu ağızlarından dökülenin yalnızca söylem olmadığı, kuvvet bulduğu takdirde hakim ve otorite olacağını gösteriyordu.
Sahabe ortak bir amacın etrafında kafaları net bir şekilde hareket ettiler. Bu çok büyük bir nimetti. Ne yapacağını bilmeyen, deneme-yanılma yöntemiyle sonuca ulaşmak isteyen insanlar bıkkınlığa ve umutsuzluğa düşerler. Günümüz de bunun örneklerini çok görüyoruz. Her yıl farklı bir hedef belirleyen binlerce genç var. Bir dönem ilim talebesi olmaya karar veriyoruz. İyi bir alimin ilmiyle İslam’a yaptığı hizmet bizleri etkiliyor. Tüm enerjimizi bu noktada harcamaya başlıyoruz. İslam ümmetinin dünyanın dört bir yanında çektikleri duygusal bir dille aktarılıyor... İmani duygularımız harekete geçiyor.. Veya adanmış bir cihad ehlinin fedakarlıkları bizleri etkiliyor. Allah yolunda cihada çıkmaya, şehadete niyet ediyoruz. Enerjimizi bu yönde harcıyor, programlarımızı buna göre yapmaya başlıyoruz. Bazı olumsuzluklarla karşılaşınca daha hayırlısını aramaya başlıyor gözlerimiz. Maddi yardım diyoruz. Hizmetin olmazsa olmazı maddi olanaklar diyor ve ticarete yöneliyoruz... Buranın da olumsuzlukları bizi şaşırtıyor. Çoğaldıkça vermek zor geliyor, dünyaya meyil ediyoruz. Derken davet diyoruz... Yeterince donanım elde edip, insanları Allah’a davet etmeli...
Bununla beraber ömür geçiyor... Gençlik ve ona bağlı olan enerjimiz zayıflıyor. Eski rağbetimiz kalmadığı gibi, amel için gerekli iradeyi de bulamıyoruz. Bir önceki aşamada bile bir işe başlama iradesini gösterip, onda sebat iradesinden mahrumduk. Şimdi başlama iradesinden de mahrum olduk.
Yaşı ilerlediği halde durumu resmedilen şekilde olup, çevresine umutsuzluk aşılayan binlerce insana şahit olmuyor muyuz?
İşte cemaat bu problemin çözümüdür. Enerjinin ve ömrün heba olmasını engeller. Şeytanlar (insi-cinni) İslam’dan çeviremedikleri Müslümanı, birey olarak yaşama noktasında tutmaya gayret eder. Bireysel amellerin sonu kesiktir. İslam’ın Müslümanı, zamanına ve tarihe şahit kılacak nitelikte amellere teşvik ettiği unutulmamalıdır. Müslüman ilk insandan bu yana tüm kardeşlerine bağlıdır. Onların amellerinden haberdardır. Olumlu olanları örnek alır, olumsuz olanlarından tecrübe edinir. Onlara duacıdır. Ve kendi sonraki nesillere örnek ve tecrübe olacak şekilde yaşar. O, sadece kendi zamanındaki bir cemaatin mensubu değil, Adem’le aleyhisselam başlayan İslam cemaatinin ferdidir.
Genç Kardeşim!
Bulunduğumuz mıntıkada etrafımıza bakmalıyız. Söylemleri kitap ve sünnetten alınmış, amelleri Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem benzeyen ve genel hayatları, mensubu oldukları İslam cemaatinin ki gibi olanlarla beraber olmalıyız.
Öncelikle bizler dinimizi bilmeliyiz.. Allah’a sığınmalıyız. Huzeyfe’nin radıyallahu anh Allah Rasûlü'nden haber verdiği fitneye düşmemek için dikkatli olmalıyız.
“...Cehennem kapılarında olan davetçiler vardır, onlara icabet edeni ateşe atarlar. Ben (Huzeyfe) dedim ki: ‘Onları bize vasfet ey Allah’ın Rasûlü, cevap olarak: ‘Onlar bizim cildimizdendir (bize benzer) ve bizim dilimizle konuşurlar...” (Muttefekun Aleyh)
‘Cemaat’ diye ‘Cehennem Davetçileri’ çıkacak. Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem diliyle konuşacaklar. Yani dillerinde ayet ve hadis eksik olmayacak ve yabancı da olmayacaklar. Onlar da Müslümanların mensup oldukları milletlerden olacaklar.
Bunları tanımak zorundayız, tanıyacağız ki şekli Muhammedî sallallahu aleyhi ve sellem olup davet ettiği şey ateş olanların tuzağına düşmeyelim.
Bunları tanımanın yolu ikidir.
- Kitaptan ve sünnetten haberdar olmak.
- Allah Rasûlü ve sahabenin başına gelenleri bilmek.
Bu iki ölçüdür, biri teori biri pratiktir. Bu ölçülerde ilim sahibi olan Müslüman, kolayca saptırılamaz. Önce kitabı ve sünneti sahih kaynaklardan öğrenmeliyiz. Bu bizlere anlatıldığı gibi zor değildir. Dünyada anlaşılması ve yaşanması en kolay şey kitap ve sünnettir. Asıl zor olan onların ve babalarının uydurduğu, Allah’ın subhanehu ve teâlâ hakkında hiçbir delil indirmediği zanları ve tahminleridir. Elimizde Allah tarafından korunmuş Kur'an ve Allah Rasûlü'nün sahih hadislerini toplayan kaynaklar mevcuttur. Dine dair kim ne söylerse bu iki kaynaktan delil istemeliyiz.
Bundan sonra Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabenin hayatlarını öğrenmeliyiz. Çünkü bu tek bir yoldur. Yolun tüm ayrıntıları ‘değişmez kanunlar’ (Sünnetullah) olarak Allah tarafından belirlenmiştir. Bu yolun tabileri aynı şeyleri yaşamışlardır. Benzer dönemleri yaşayanların başına aynı şeylerin gelmesi kaçınılmazdır.
Mensubu olduğumuz evrensel/tarihi İslam cemaatinde iki toplum tipi vardır.
Birincisi: Adem, Davud ve Süleyman aleyhimusselam gibi tevhidi toplumlardır.
İkincisi: Musa, İsa, İbrahim, Nuh ve Lut aleyhimusselam, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gibi şirk toplumlarında yaşayanlardır.
Her iki toplum biçiminin başına gelenler, yaşadıkları yol olarak Kur'an’da resmedilmiştir. Ve bizler; yol çizilip, netleştirildikten sonra bizden öncekileri muhatap oldukları ölçüyle muhatabız.
“Neredeyse seni (bu) yerden (yurdundan) çıkarmak için tedirgin edeceklerdi; bu durumda kendileri de senden sonra az bir süreden başka kalamazlar. (Bu,) Senden önce gönderdiğimiz resullerimizin bir sünnetidir. Sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.” (17/İsra, 76-77)
“(Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.” (33/Ahzab, 62)
Bu fitne ortamında doğru cemaati bulmanın ölçüsüdür.. İnancın kitaba ve sünnete dayanması ve tabi olduğunu iddia ettiği ‘yol’un değişmez sünnetlerini yaşıyor olmasıdır.
Bu ölçülere uyan yapılar hiçbir zaman eksik olamazlar. Bu Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem bize haber verdiği esaslardandır.
“...Kıyamete dek Allah’ın dinini ayakta tutan/savaşan/kuvvetli olan bir taife süregelecektir. Onlara muhalefet edip, onları yardımsız bırakanlar onlara zarar vermeyecektir.” (Muttefekun Aleyh)
Bizden önce Rabblerine adanan ve adakları kabul edilenler gibi salih ortamda bulunmak, Allah’ın dinine ensar olup hizmet etmek, gençlik ve enerji, belirsizlikler içinde heba olup, her şeyi tadıp hiçbir şey elde edemeyen durumuna düşmemek, dinle tanıştığımız gibi onun üzerinde sebat edebilmek ve iman üzere can vermek için... İslamî hareket saflarında yerimizi almalıyız.
Genç Kardeşim!
Allah’a adanabilmek için hakkın ölçüsünü tanımalıyız. Bu ölçüyle İslamî bir yapı tespit edip yerimizi almalıyız. Çünkü bize ihtiyaç var. Her şeyimizi İslam davasına adamamızı bekleyenler var.
Ve bilmeliyiz ki; cemaat içinde bulunmak ‘ben’ anlayışından vazgeçmektir. Sahabe misali belirlenen hedef doğrultusunda hareket etmek, her an ‘benden beklenen olabilir’ düşüncesiyle hayatımızı düzenlemektir.
Bu da işitmeye ve itaat etmeye hazır olmaktır. Cemaat içinde yerimizi almak, emirlere -masiyet olmadığı müddetçe- itaat etmektir. Bu öyle sıradan bir itaat değildir ki, Allah Rasûlü'ne sallallahu aleyhi ve sellem itaat, onun üzerinden Allah’a subhanehu ve teâlâ itaattir...
“Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiştir, kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiştir. Kim emire itaat ederse bana itaat etmiştir, kim de emire isyan ederse bana isyan etmiştir.” (Muttefekun Aleyh)
Evet Allah’a ve Rasûlü’ne sallallahu aleyhi ve sellem itaat etmek isteyen; masiyeti emretmediği müddetçe emirine itaat etmelidir.
Genç Kardeşim!
Sen her cemaat ve emire tabi olacak değilsin. Çok dikkatli olmalısın. Sen Rabbine adanmak, O’nun subhanehu ve teâlâ dinine ensar olmak istiyorsan, ölçülere uyan bir yapı bulduğunda şu noktaya dikkat etmelisin: Doğrular ve yanlışlar iki kısımdır..
- Mutlak Doğrular ve Mutlak Yanlışlar: Bunlar İslam’ın kesin öğretileridir. Bunlar herkesin bilmesi gereken zaruri meselelerdir. İçkinin, zinanın haramlığı, hiçbir maslahatın şirki meşrulaştıramayacağı, namazın ve zekatın vacip olması ve benzerleri buna örnek verilebilir. Bu noktalarda İslam’a muhalefet etmemizi isteyen bir yapı bizim ölçülerimize uymuyor demektir. Bu gruplar cehennem kapısında olan davetçilerdir.
- Göreceli Doğrular ve Yanlışlar: Bunlar mutlak olmayıp, hizmet esnasında verilen kararlardır. Hakkında kesin nas olmayan, kişiden kişiye göre yapılması ve yapılmaması değişen şeyler, yani göreceli meselelerdir.
İşte senin hassas olman gereken nokta burasıdır. Çünkü itaat bu noktadır. Allah’a gençliğini adayan ve buna aday olanların, bu noktada doğruları ve yanlışları olmaz. O, içinde bulunduğu hareketin doğrularını doğru, yanlışlarını yanlış kabul edendir. Onun amacı konuşmak, laf kalabalığı yapıp eleştirmek değildir. Düşünmüştür, hakkın ölçülerine uyduğuna emin olduktan sonra bir yapıda yerini almıştır. Buna bağlı olarak masiyet emredilmediği sürece ‘Benim işim itaat ve hizmettir’ diyerek göreve koşturur. ‘Şu şöyle olsaydı’, ‘Bu böyle daha iyi olurdu’ bataklığında ömür tüketmez. Bilir ki ona göre ‘Şöylesi daha iyi’, ‘Böylesi daha faydalı durum’ bir başkası için tam tersi olabilir. Adı üstünde ya! Göreceli meseleler. Onun doğrusuna göre hareket edilse diğer insan ‘benim ki’ diyecek ve birliğin, vakit ve gençlik israfının teminatı olan ‘cemaat’, tefrika ve çekişmenin merkezi olacaktır.
Emir tayini, ona itaatin Rasûl’e ve Allah’a itaat olması, masiyet olmadıkça onu dinlemenin, sıdkın alameti olması da bundan değil midir?
Farkında mısın Kardeşim?!
Yeryüzünün en şerefli nesli aynı zamanda en az konuşan neslidir. Konuşmak, sürekli fikir beyan etmek ise saadet asrında münafıkların özelliğidir. Günümüz de pek farklı değildir.. Çokça konuşan, fikir beyan eden insan var. Söz konusu hizmet ve fedakarlık oldu mu yine suskunları görürsün. Konuşup, hizmet projeleri arz edenlerin ya programları vardır ya da evde onları bekleyenler. Allah’tan geldik, tekrar O’na döneceğiz.
Söz konusu göreceli bir mesele ise sen susmalı ve elinden gelenin en iyisini yapmalısın. Ve hiç unutmamalısın, Allah’a adanmamız için bize bu zemini sunacak salih bir ortam içinde yerimizi almalıyız.
Allah’ım! Bizleri senin dinine hizmet eden sadık insanlarla bir arada bulunmaya muvaffak kıl. Bizleri işiten ve itaat edenlerden eyle. İsyan ehli olmaktan sana sığınırız. İslam ümmetinin sana takdim ettiği kurbanları kabul ettiğin gibi, bizleri yoluna kurban kabul et.
Selam ve dua ile Ebu Hanzala.
------------------------------------------------------------------------------------------------
 

Allah’a Adanmış Gençlikler – 7

 
Allah’a subhanehu ve teâlâ hamd eder, Rasûlü’ne salat ve selam ederiz.
Genç Kardeşim!
Bir bardak düşünelim, kirli olsun. Bir pınarın başında olalım. Su içmek istiyoruz. Su ne kadar tatlı ve berrak olursa olsun, bizim bardağımızdaki tek sıfatı ‘bulanık su’ olmasıdır. Öyle ise; temiz ve berrak bir pınardan su içmek için önce kabımızı temizlemeliyiz.
Veya bir tarla düşünelim ekip hasat elde etmek istiyoruz. Tarlaya girdik ve elimizde bulunan tohumları saçtık. Hasat zamanı geldi, tarlada büyüyen ekinlerin yanı sıra diken, ot, sarmaşık gibi ne olduğu ve ne işe yaradığı bilinmeyen yeşillikler, daha fazla yer kaplar. Çünkü hasat elde etmek için tarlanın temizlenmesi, ekime müsait hale getirilmesi gerekiyordu.
Kap ve tarla bizim kalbimizdir. Pınar ve tohum; kitap ve sünnet. Kitap ve sünnetin bizlerde umulan değişikliği yapması için onun kabı ve zeminin temizlenmesi şarttır. İşte buna kalp amelleri, arınma veya tezkiye diyoruz.
Kalp Hasatına Önem Verirlerdi
Tüm hayatıyla, hassaten gençliğiyle bu dine adananlarımız, dava ve hizmet ehli olmaya talip olanlarımız var... Formülü/menheci biliyoruz: İlk nesli örnek almak. Biz yaşlarda insanlar bu gayeyle yola koyuldular ve adakları Allah subhanehu ve teâlâ tarafından kabul edildi. Bizler de onları dönüştüren, davayla birleştiren kitaba ve sünnete teslim oluyoruz. Ancak aynı etkiyi –Allah’ın rahmet ettikleri müstesna- göremiyoruz. Bunun nedeni kalp hayatımızdır.
Kur'an ve sünnet hayattır. Ancak içinde hayat olan kalplere nüfuz eder. Berrak birer pınardır. Temiz ve berrak kaplarda ona doyulur. İşte sahabe neslinin en bariz sıfatlarından biri buydu. Onlar, kalp hayatına önem veriyorlardı. Bedenin gıdasını verdikleri gibi kalbin gıdasını da unutmuyor, onu dua, zikir, tevbe ve sevgiyle canlı tutuyorlardı.
Kalplerde hayat olunca, Allah’ın subhanehu ve teâlâ ve Rasûlü’nün sallallahu aleyhi ve sellem öğütleri kolayca yer ediyor, salih amel olarak hayatlarına yansıyordu.
Bunun yanında ilginç bir zümre vardı. Onlar da aynı ortamda, aynı öğütlere muhatap oluyorlardı. Ancak bu öğütler günden güne onların kalplerini ifsad ediyor, hastalıklarını arttırıyordu. Bunu bir misalle izah edelim:
“Bir sûre indirildiğinde onlardan bazısı: ‘Bu, hanginizin imanını arttırdı?’ der. Ancak iman edenlere gelince; onların imanını arttırmıştır ve onlar müjdeleşmektedirler. Kalplerinde hastalık olanların ise, iğrençliklerine iğrençlik (murdarlık) ekleyip-arttırmış ve onlar kafir kimseler olarak ölmüşlerdir.” (9/Tevbe, 124-125)
Bu misal üzerinde uzunca düşünmemiz gerekir. Zannediyorum manevi birçok hastalığın, kafa karıştıran sorunun cevabını içeriyor.
Bu ayet Asr-ı Saadette yaşayan iki grup insanı anlatıyor. İki grup da, Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem terbiyesine muhatap. Terbiye oldukları kalplerin hayatı ve şifası ayetler en pak ağızdan dökülüyor. İki grubun da kulaklarına çalınıyor. Bir grubun imanı artıyor; kulaklarına çalınan ayetler kalplerine yol buluyor ve orada iman ve takva olarak yaşanıyor. Bir başka grup ise aynı mecliste bulunup, biraz önce kıldıkları namazda ayakları ayaklarına, omuzları omuzlarına bitişmiş bir vaziyette ayetleri dinliyor ama bu sözler, kulaklarından kalplerine yol bulamıyor. Hatta kalplerinde var olan hastalığı arttırıyor. Öyle ki siyah bir nokta olan hastalıkları, duydukları her ayetle biraz daha artıyor. Birini hidayet edip, örnek nesil kılan Kur'an, bir diğerini helak ediyor. Ve küfür üzere can veriyorlar. Allah’a subhanehu ve teâlâ sığınırız.
Bu farkın nedeni kalp hayatıdır. Çünkü temiz ve pak olan kitap ve sünnetin öğütleri, temiz olmayan kalpte yer etmez. Çoğu zaman hastalıkları arttırır. Kalplerin fitnesi olan şüphelere/hastalıklara sebep olur.
Yoksa kitap ve sünnet, öğütleri dönüştürücü ve ıslah edici etkisini hep muhafaza etmiştir. Bu etkiyi hissetmeyenler dönüp kalplerine bakmalıdırlar. Mutlaka onda yer etmiş bir şüphe veya şehvetle karşılaşacaklardır.
Bu noktayı biraz daha açalım genç kardeşim! Bu yazı dizisinin başından bu yana işlediğimiz konuları ele alalım. Beraber karar kıldık ki; Allah’a adanmak için adanmış ve adakları Allah tarafından kabul gören nesle bakmalıyız. Bu süreçte belirgin sıfatları nelerdi? İşte aynı sıfatları aynı samimiyetle taşıyanların, aynı neticeye ulaşması kaçınılmazdır.
Allah’ı Tanıma
Onların en belirgin vasıflarından biri buydu. Allah’ın subhanehu ve teâlâ kendini tanıttığı gibi tanımışlardı. Her ismi ve yüce sıfatıyla O’na kulluk ediyorlardı.
Kalplerinde hayat da olunca anlamını, kapsamını, kainata yansımalarını öğrendikleri her isim, imanlarını artıyordu.
Kalbindeki hastalık olana gelince.. Bu isimlerin onun üzerinde eserini göremezsin. O, bu isimleri cedel/tartışma aracı yapar. Adeta bu isimleri bidat ehliyle vakit öldürme aracı olarak kullanır.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem Rabbimizin el-Aliy (En yüce) sıfatını tefsir ediyordu:
“...Rabbimiz gecenin son üçte birinde semaya iner: ‘Yok mu isteyen vereyim, bağışlanma dileyen bağışlayayım...’ diye nida eder...” (Buhari, Müslim)
bunu duyan sahabenin kalbinde ilk beliren ‘Gecenin ihya’ edilmesiydi. Madem böyle şerefli bir vakit var, muhakkak ayakta olmalı ve bu vakti değerlendirmeliydiler. Doğal olarak okudukları her ayet, dillerini ıslatan zikir, Rabblerine arz ettikleri dualar onların hayatına yansıyordu. Onlar bu vakit dilimini Allah’a adamakla, hayatın tümünü adamaya muvaffak olmayla mükafatlanıyorlardı.
Kalbinde hastalık olan insanda, bu manalardan eser yoktur. O bu hadisi duyduğunda tartışacağı bir Eşari veya Maturidi arar. Onun tevilini iptal etmenin peşindedir. Oysa esefle belirtmek isteriz ki, kendi de manayı ta’til etmiştir. Öyle ya!! Tevilsiz, tahrifsiz, misalsiz, keyfiyet belirlemeden kabul edilecek sıfatlar, lafızdan öte bir mana oluşturmuyorsa ne anlamı vardır. Ehli Sünnet imamlarının mücadelesi ve bu uğurda canlarını ortaya koymaları lafızların ispatı için midir sadece?
Düşün genç kardeşim! Allah’ın el-Aliy ismine hakkıyla imanın ne büyük lütuf olduğunu düşün! Buna iman kalpte korku, tazim ve güven/tevekkül duygusunun menbaı olur. Ancak bunların olması için o kalbin diri olması gereklidir. Adanmak için önümüzde bulunan engellere göz atalım. Korkularımız, Allah’ı subhanehu ve teâlâ ve ona bağlı olarak İslam davasını hakkıyla önemsememe ve güven problemi olduğunu göreceğiz. Bu engellerin çözümü O’nun el-Aliy sıfatını hakkıyla tanıma ve o isimle kulluğa bağlıdır... Ancak kalpte bulunan hastalık, bunların anlaşılmasına engeldir.
Kur'an’la Aralarında Özel Bağ Olması
Genç sahabilerin ortak sıfatıydı bu. Her biri okuma, anlama, tefsir yönünden Kur'an alimiydiler... Sekizinci sayıda bu konuyu detayıyla anlattık. Tevbe suresi 124 ve 125. Ayetler bağlamında Kur'an’ın kalbinde hayat olanlara etki ettiğine değindik.
Salih Bir Çevrede Bulunmak
Kalbinde hayat bulunan insan bunu nimet bilir. Ve sahabe misal, içinde bulunduğu salih ortamdan istifade etmeye çalışır. Nefsinde salih amellere yönelik irade bulamadığı zamanlarda, cemaatin umumi iradesinden faydalanır.
Kalbinde hastalık bulunan ise; bunu bir yük olarak görür. Şükretmek bir yana sürekli söylenir. Veya cemaat yapısını, başka yapılarla çekiştiği ‘tefrika’ aracı kılar.
Buradan anlıyoruz ki adanmanın özü, kalp hayatına önem vermektir. Çünkü içinde hayat olmayan kalp; azığını dahi ifsad eder. Siz ona azık olarak Kur'an, zikir, dua vs. veririsiniz, o kirli kalp misali bulandırır ve size zarar olarak yansıtır.
Buraya kadar anlattıklarımız anlaşılınca, Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem kalp ile ilgili hadisleri daha iyi anlaşılacaktır.
“...Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır, o düzelirse bütün beden düzelir/ıslah olur. O bozulursa bütün beden bozulur.” (Buhari, Müslim)
Azalarında salih amel görmek isteyen, kalbini ıslah etmelidir. Çünkü organlar kalbe bağlıdır. “Kalp komutan, organlar ise onun askeridir. Komutan iyi olursa ordusu da iyi olur, komutan kötü olursa ordusu da kötü olur.” (Musannef, Abdurrezzak)
Genç Kardeşim!
Öncelikle kalp amellerini tanımalı ve kalbi o amellerle meşgul etmeliyiz. Bunun için okumalar yapmalı, sohbetler dinlemeliyiz. Sevgi, korku, umut, güven, yönetme/inabe vb. hasletleri yüreğimizde hissetmeliyiz. Bunları oluşturan, arttıran etkenlere ciddiyetle yapışmalı ve azimle uygulamaya çalışmalıyız.
Aksi halde ortaya tarifi imkânsız bir durum çıkacaktır. Allah için yaşayan, ancak Allah’a subhanehu ve teâlâ karşı kalbinde sevgi hissedemeyen bir insan... O’nun subhanehu ve teâlâ dini için çalışmalar yapan, fakat O’nu subhanehu ve teâlâ zikretmeyen; O’nu subhanehu ve teâlâ insanlara anlatan, fakat günahlara karşı en cesur olan; Kitabını insanlara ulaştırıp, şifa olduğunu söyleyen; ancak kendi hastalığı her gün biraz daha ilerleyen bir insan...
Şu bir gerçektir ki; bir şeyi dert edinmeden, gündemimize almadan hayatımıza yerleşmesi mümkün değildir. Derdini, gündemini belirleyen de insandır.
Kalbin Amellerini Oluşturan ve Arttıran Etkenler
(Dipnot: İbni Kayyım rahimehullah bu maddeleri ‘Muhabbeti Celbeden Başlıklar’ altında zikretmiştir. Ancak, bu maddeler aynı zamanda kalp amellerinin hepsinde etkilidir. Medaric 3/16-17 başlıklar İbni Kayyım’dan alınmıştır.)
1. Kur'an’ı okuma-anlama: Bu kalp hayatı ve ıslahı için en önemli etkendir. Allah’a subhanehu ve teâlâ gençliğini adamak isteyenlerin yoldaki azıklarıdır.
“Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, kalplerde olana bir şifa ve mü'minler için bir hidayet ve rahmet geldi.” (10/Yunus, 57)
“Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna çıkarman için sana indirdik.” (14/İbrahim, 1)
Mutlaka, Kur'an okuduğumuz zaman dilimleri olmalı günlük programımızda. İhtiyaç duyduğumuz kalp amellerini oluşturacak, arttıracak, istikrar sağlayacak bütün etkenlerin kaynağıdır Kur'an. O sahibinin subhanehu ve teâlâ sözüyle: “Kalplerde olana şifadır.” (10/Yunus, 57)
Kalplerin canlanması ve asıl mahbuba yönelmesi için Kur'an okumak.. (Kur'an okumanın önemi ve adabına dair 8. Sayımızda tafsilatlı bilgi vermiştik.)
2. Farzlar dışında nafilelerle Allah’a yaklaşma: Bu etkeni ve insanın kulluğuna etkisini şu hadis anlatıyor:
“...Kul bana farz kıldıklarımdan daha sevimli bir şeyle yaklaşmamıştır. Kul bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder ta ki, ben onu severim. Onu sevdiğimde gören gözü, işiten kulağı, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden isterse muhakkak veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korurum.” (Buhari, Müslim)
Nafilelere devam etmek, insanın kalbinde sevgi oluşturmakla kalmıyor; aynı zamanda insanı Allah’a sevimli kılıyor. Allah’ın sevgisi ise O’nun yardımı ve muvaffakiyetidir. Şu zorlu zamanda çetin fitnelerin ve şehvetlerin arasında yol bulmaya çalışan bizlere reçete sunuluyor adeta. Buna bağlı olarak nafileleri, Allah’ın sevgisi ve kulu dünya-ahiret hayrına muvaffak kılmasının en güzel aracı olarak görebiliriz.
3. Devamlı Allah’ı zikretmek: Zikir; velayetin menşuresidir. O kalbin azığıdır. Zikir olmayan kalp kabir cesedidir... Zikir Allah yolcularının azığıdır. Bu yolcular daima O’nu terennüm ederler. Zikir, onların kalkanı ve yol kesicilere karşı silahıdır. Her organın belli zamanlarda yaptığı ibadetler vardır. Zikir kalbin ve dilin vakit tayin edilmeksizin her an yaptıkları ibadettir. O kalplerin parıltısıdır. Kul zikri arttırdıkça Allah’a olan iştiyakı artar. (İbni Kayyım’dan özetle)
Zikir bir haldir. Kulun kulluğunu ve Allah’ın Uluhiyyet ve Rububiyet’ini hakkıyla kabulünün göstergesidir. İnsanın acziyet ve fakrını Allah’ın zenginlik ve büyüklüğünü itirafıdır. Zikir, Ya Mabud’u övmedir, ya azametini ikrar veya insanın kendi küçüklüğünü dillendirip, O’na olan ihtiyaçlarını arz ettiği bir duadır.
Bedenin hayatta kalması için gıdaya ihtiyacı vardır. Bunlardan bazısı su ve ekmek gibi hayati öneme sahiptir. Kalp de böyledir. Onun hayatı ibadetlere bağlıdır. Ancak bu ibadetlerin de bazıları su ve ekmek gibidir. Allah’ı anmak, hayati öneme sahip ibadetlerdendir.
Bundan dolayı her ne halde olunursa olunsun talep edilmiştir. Uykudan önce, yatakta, otururken, savaşta, davet esnasında, kişi ailesiyle beraber olurken veya helanın kapısında, yemeğe-içmeye başlarken, sonlandığında... Her anın ibadetidir zikir.
“Rabbimiz, kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten Sen toplayacaksın. Doğrusu Allah, vaadinden cayıp-dönmez.” (3/Ali İmran, 9)
“Ey iman edenler, bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman, dayanıklılık gösterin ve Allah'ı çokça zikredin. Ki kurtuluş (felah) bulasınız.” (8/Enfal, 45)
“Ey iman edenler, Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah ve akşam tesbih edin.” (33/Ahzap, 41-42)
Zikir insanı sema ehlinden kılar. Bu da adanan adağın –gençliğin- Allah katında kabulünün alametidir.
“Öyleyse (yalnızca) beni anın, ben de sizi anayım; ve (yalnızca) bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin.” (2/Bakara, 152)
Allah Rasûlü: “Zikir yapan sahabesine uğradı ve ‘Ne için oturuyorsunuz?’ diye sordu. ‘Allah’ı anmak, hidayet ettiği İslam ve minnettar olduğumuz nimetlerine hamd etmek için zikir yapıyorduk.’ Allah Rasûlü: ‘Cibril bana geldi ve Allah’ın meleklere karşı sizlerle övündüğünü haber verdi.’ ” (Müslim)
Başka bir hadiste:
“Ben kulumun zannı üzereyim... Beni nefsinde anarsa, ben de onu nefsimde anarım. Beni bir topluluğun içinde anarsa, ben onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım.” buyurdu.
Zikir kalbin ve onun amellerinin hayatıdır. Allah Rasûlü:
“Rabbini anan ile anmayanın misali ölü ile diri misali gibidir.” buyuruyor. (Buhari)
Sahabelerin bazısının bazısına: “Gel bir saat iman edelim” deyip, oturup Allah’ı anmaları bundandır. (Buhari muallak olarak, Ahmed)
Onlar bunu söylediklerinde iman ehliydiler. Bu; imanın devamı, artması, kalbin hayatı içindir.
4. Allah’ın sevdiklerini nefsin sevdiklerine tercih etmek: Tercih iki türlüdür. Bazen isteyerek olur, bu kalbin sevgiyle ve korkuyla dolu olduğu hallerdedir. Nefis şehevi arzularla inanı bir şeye davet eder. Allah subhanehu ve teâlâ o isteği haram kılmıştır. İçinde sevgi ve korku (en temel iki amelidir) dolu kalp, tereddüt etmeden Rabbinin hoşnutluğunu tercih eder. Bazen de kalp mücadele eder. Nefsin isteğine meyyaldir. Bu durumda Allah’ın subhanehu ve teâlâ hoşnutluğunu tercih etmek zordur. Ancak bu tercih, sevginin ilk adımıdır. Çünkü kalp tercihler doğrultusunda yön değiştirir. Allah’ın subhanehu ve teâlâ hoşnutluğu nefsin hevasına tercih edildikçe, kalpte olan sevgi artar ve imandan lezzet alınmaya başlanır.
Gençler nefsin arzularının en keskin olduğu dönemi yaşarlar. Rabblerine adanmak demek, her an bu isteklere karşı durmaktır. Zor bir süreç olsa da sonu selamettir.
5. Kalbin Allah’ı isim ve sıfatlarıyla tanıması ve eserlerini müşahede etmesi: Var olan tüm hayrın özüdür bu. Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanımak her şeyi O’nun ve isim ve sıfatlarıyla irtibatlandırmak kalp amellerinin can suyu, bu marifet ve murakabedir. Bu kulun Allah’la subhanehu ve teâlâ beraberliğidir. Her olayda Rabbini subhanehu ve teâlâ müşahede eden ‘O’nunla beraberlik’ mertebesine ulaşır. Bu özelliği altıncı sayımızda detaylıca anlattık.
6. Allah’ın iyilik ve ihsanını müşahede etme
7. Nefsin acziyetle Rabbinin huzurunda eğilmesi
Bu iki madde bir bütündür. Allah’a subhanehu ve teâlâ kulluk olan ‘sevgi ve kulluk zilleti’ bu duyguların ona etkenidir. İnsanın Rabbine kulluğu, bu iki duygunun kalpte yer etme oranıyla alakalıdır. Bunlar kemale erdikçe, kulluk da kemale erer.
Sürekli O’nun subhanehu ve teâlâ nimetlerini hatırlamak sevgiyi oluşturur ve arttırır. İnsanın günahlarını ve verilen nimetler karşısında şükürsüzlüğünü hatırlaması Rabbine karşı zillet, fakr ve hudu’ oluşturur (Şeyhu’l İslam İbni Teymiyye ve İbni Kayyım’dan rahimehullah naklen).
Öyleyse Rabbine adanmak isteyen, bu ahlakı meleke haline getirmelidir. Bu sorumluluk veya vird halinde tekrar etmelidir. O’nun subhanehu ve teâlâ üzerimizde sayısız nimetlerini düşünüp kendimize hatırlatmak; günahlarımızı, şükürsüzlüğümüzü, nimetlerin hakkını vermeyişimize dair gerçekleri kabul etmek... Bu bir muhasebedir aynı zamanda..
8. Allah’ın dünya semasına indiği vakitte yalnız olmak, O’na yalvarmak, kitabını tilavet etmek, kulluk edebiyle O’nun huzurunda bulunmak ve bu durumu tevbe ve istiğfarla sonlandırmak: Bunun önemini anlamak ve idrak için ilk neslin terbiye edilişine bakmalıyız. Henüz vahyin ilk satırlarında ‘gece kalkışı’nın uzunca anlatılması konunun ehemmiyetinin anlaşılması için yeterlidir. Farz namazlar, oruç, zekat gibi asıllardan önce bu ibadet, teşri kılınmıştır. Müslümanın Rabbine kulluğu, insi ve cinni şeytanlara karşı mücadelesinde ‘temel azık’ bu vakitlerin ihyasındadır. Özellikle ömrünün en güzel çağını Rabbine adamak isteyenlerin nefis ve isteklerine alıkoyucu ve engellere karşı kalkandır gecenin ihyası.. Sıkıntılarını Rabbine zikretmesi, O’ndan yardım talep etmesi, secde ve dualarla O’na subhanehu ve teâlâ sığınması... Bunların her biri kalp amellerinin özü ve arttırıcısıdır. Zaman ve mekanın sahibi Allah’tır. Dilediği zamanı ve mekanı benzerlerine üstün kılacak ve ona bereket yerleştirecek olan da O’dur. O subhanehu ve teâlâ bu vakti sair vakitlere üstün kılmış, onda yapılan amelleri ecir ve tesir yönünden başka vakitlerde yapılanlardan daha bereketli saymıştır.
9. Allah dostları ve sadıklarla bir arada bulunmak, meyvelerin en güzellerini topladığı gibi onların sözlerinin en güzellerini seçmek. İnsanın nefsine ve başkalarına faydası olmadığı müddetçe konuşmamak: Buna dair tafsilatı onuncu sayımızda zikrettik. Minnet Allah’adır.
10. Allah ile kalp arasına giren her sebepten uzak durmak: Bu aynı zamanda muhasebe ister. Kulun saadeti, nefsini muhasebe etmeyi ahlak haline getirmesindedir. Bir kalpte hayat olduğunun en belirgin alametlerinden biri de budur. Şayet insan, kalbinin ahvalini kontrol etmiyorsa, bu kalpte bulunan hastalıklar veya ölümün habercisidir –Allah muhafaza-.
Kalp sürekli hal değiştirir. Sevgi yerini nefrete, korku cesarete, tevekkül güvensizliğe terk eder. Kalpler Rahman’ın subhanehu ve teâlâ elindedir. Ve onu dilediği gibi evirip-çeviren O’dur.
Muhasebe, kalbin hallerini ve bu hallere sebep olan durumların tespittir. Bazen kalp zayıflar, kalp amelleri canlılığını yitirir.
Ne olunca, hangi durum yaşanınca kalp amelleri zayıflıyor?
İşte muhasebe, bu durumların tespiti ve bunlardan kaçınmaktır.
Genç Kardeşim!
Sen de kalbini kontrol et. Bil ki diri/canlı, hasta ve ölü olmak üzere üç çeşit kalp vardır. Rabbine adanmaya kalbinle başla. Kalp tabiplerinin öğütlerine kulak ver. Kalbi temizle ki, kitap ve sünnetin öğütleri, kainatta Allah’ın büyüklüğüne delalet eden ayetler sana etki etsin.
Bir organın sıhhatli veya malûl oluşu yaratıldığı amacı yerine getiriyor oluşuyla ölçülür. Elimiz, eşyayı tutmak, nefsimizden zararı savmak gibi amaçları için yaratılmıştır. Bunu kusursuz yerine getiren bir el, canlı ve sağlıklıdır. İstenildiği şekilde yapamıyor veya bazen yapıp bazen yapmıyorsa hasta, hiç yapamıyorsa ölü ve felçlidir.
Kalpler de böyledir. Onun varlık amacı Allah’ı subhanehu ve teâlâ tanıma, O’nu tazim, O’nunla mutmain olup sekinete kavuşma, O’na subhanehu ve teâlâ dayanma, O’na karşı sevgi ve korku hissetme, O’na yönelme ve sığınmadır. Bunları yerine getirme oranı, onun sıhhati, hastalığı ve canlılığının göstergesi olacaktır.
Kalpler Allah’ın elindedir. Bu seni umutlandırmalıdır. Rahmeti gazabına galip gelmiş olan, mülkünde lütuf ve rıfk ile muamele eden bir yaratıcıya sahipsin. Samimiyetle O’na bir adım atana, on adım atar. Hangi vakitte, kim ‘Ya Rabb’ derse, ona yönlenip icabet eder. Şifa da, hayat da O’nun subhanehu ve teâlâ elindedir. Bize düşen dert edinme, bu dertte samimiyet, istikrar, fakr, zillet ve ihtiyaç halinde O’ndan subhanehu ve teâlâ istemektir.
Bu bölümde örnek vermedim. Çünkü adanmışlıktan söz ediyorsak, kalp hayatı adanmışlığın olmazsa olmaz şartıdır. Bir örneğe gerek yoktur. Sahabenin her hali bu duruma örnektir. En çirkin günahları dahi kalp hayatlarının kanıtıdır. Akabinde duydukları pişmanlık tevbe, göz yaşları kalplerin canlı oluşunu gösterir.
Düşün ki İslam için çalışıyor, koşturuyor, yoruluyoruz. Dünyanın birçok nimeti her şeyiyle bize arz olunmuşken, yüz çeviriyoruz. Kalbin ameli olan ihlas olmazsa bu yapılanların ne anlamı olur? Belki insanlar yanında çok değerli bir insanken, Allah nezdinde ateşin, kendiyle tutuşturulacağı bir insanızdır. Allah’a sığınırız. Belki cennetin iştiyak duyduğu ve özenle beklediği Allah’ın meleklerine karşı ismiyle övdüğü kullardan... Aradaki fark kalbin ameli olan ihlastadır.
Öyleyse kalp amellerini önemsemeli onları oluşturan halleri bilmeli, arttıran etkenleri istikrarla yaşamalı, zıddı olan hallerden şiddetle kaçınmalıyız. İnsanlığımızın gereği olarak sendeler, unutur veya gaflete dalarsak, bunu tevbeyle tedarik etmeli, kaldığımız noktadan yolumuza devam etmeliyiz.
Ey kalpleri evirip çeviren Rabbim, kalplerimizi dinin üzerine sabit kıl.
Selam ve dua ile Ebu Hanzala... 
 
SERFEDA
 

YOLUMUZU
AYDINLATANLAR







 

ÖNCÜ NESİL


YAZARLARIMIZ

Emin GÜNEŞ
Rabbimizle Olan
ticarete ilişkin...
Mehmet GÖKTAŞ

Sabah yakın değil mi?
Mehmet YAVUZ

Milliyetçilik
üzerine...

Ahmet KALKAN

Laiklik Bu Değilse, Ya Nedir?



İQRA


DERGİ ve MECMUALAR


GAZETELER




EZGİ DİNLE

DINLE


CANLI İZLE







 

DARUL KİTAB

XEBERA RAST

DARUL SERFEDA

KABENURU
BIR COK DILDE MEALLI KURAN
DINLE




Ali Küçük
Hadis Tefsiri

----------------------------------
Saffet Bakırcı
Hadis

--------------------------------
Ahmet Kalkan
Sohbetleri

----------------------------------
Hasan Karakaya
Sohbetleri

-------------------------------
gif

Facebook beğen
 
 

SİTEMİZDE KÖŞE YAZARI OLMAK
        İSTİYOR MUSUNUZ?

 
Bugün 42570 ziyaretçikişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol